30 Kasım 2008 Pazar

Hola Barcelona, Gràcies Gaudi!

20 Kasım 2008

Girona’da on dört saat nasıl geçer?

Dört arkadaş çıktık yola*1,öğrenci işi gezi yapıyoruz; süslü anlatımı tercih edecek olursak belki bohem tarzı benimsedik belki çiçek çocuklara özendik.. Girona Havalanı’ndan Barselona’ya doğrudan otobüsler mevcut, diğer seçenekse önce otobüsle Girona’ya geçip ardından trenle Barselona’ya varmak.. Hep heves etmişimdir ama hiç trene binmemişimdir, birçok ilk gibi bu da Avrupa’ya kısmetmiş..Tabi bu uzun yolu tercih nedenimiz sadece anılarımıza anı katmak değil en ekonomik çözüm bu. Havaalanına iner inmez edindiğimiz broşürlerden bu yolu izlemeye karar veriyoruz. Karar verdik güzel, ama geriye geçirilecek on dört saat kalıyor; ne yapmalı? Evde olsak ne yapacaktık bu saatte, diyor birimiz. Cevap: Nette takılacaktık. Bunu yapmamız pek mümkün gözükmüyor gece boyunca, sohbet etmeye uğraşıyoruz. Yetmiyor, böyle durumlarda kitap ya da oyun kartı gibi şeyler bulundurmak lazım aslında ama zaten sırt çantası var yanımızda sadece ve getirebileceğimizin en azını yanımızda taşıyoruz. Dolayısıyla oyalanmak için sadece hayal gücü gerek: Kurtar bizi sessiz sinema!!!Kesinlikle çok eğlendik..Vaktimiz bol her filmi de biliyoruz, kitaba geçtik ‘Kolera günlerinde aşk’ı, ne kadar hastalık varsa saydırmak suretiyle bildirdi Aslı, Çağrı’ya.. Alice Harikalar Diyarında’ya kadar çıtamız düştü bir ara, ‘harika’ sözcüğünü saçımı bir o yana bir bu yana sallayarak anlatmaya çalıştım; ‘nasılım?’ sorusunun cevabı ‘güzelsin, havalısından; kendini beğenmiş, ukala, kibirlisine dönünce Harika Avcı’yı devreye soktum; oldu. Bu arada orada az sayıda da olsa yemek yiyen insan bizi izliyordu eğlenerek.. Çağrıdan rövanşı ona ‘Gırgıriye’de Şenlik var’ ı anlattırarak aldığıma inanıyorum.. En azından Adnan Şenses’in figürlerini az sayıda da olsa bilen İspanyol var artık…

Sessiz sinema bir yere kadar hepimiz biliyoruz ki burada uyuyacağız. İnsanlar havaalanında sabahlıyorlar; biz de öyle yapmayı düşündük ve gecenin bir vakti yiyecek bir şeyler alıp deri koltuklu kanepeleri olan kafeteryaya geçtik, geçiş o geçiş uyuyakalmışım...Nöbetleşe uyuyacaktık ama arkadaşlar epeyce dayandılar, bir ara mp3 çalarlardan birinden Oj nenna né *2 çalıyordu, sese uyandım: Gigi D’Alessio’nun albümü var Cristian’da,bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok güzel olduğunu söylemiştim. Eve dönüş şarkım oldu benim, sonra diğer Türk kızlar da sevdiler.. Artık sadece benim değil hepimizin Cagliari şarkısı bu ama artık adadan çıkma isteği öyle bir hale gelmiş ki uykumdan uyanıyorum bu şarkıda sanki Cristian beni eve bırakacak diye panikliyorum: Eve değil Barselona’ya gideceğim Cristian! Ama Cristian bağırarak şarkısını söylüyor ve ‘non asgio capit(anlamadım) diyor basıyor gaza.. Adadan çıkamadığımın kabusuymuş neyse ki gözümü açıyorum herkes masa başında sohbet ediyor, tekrar uykuya dalıyorum.. Bu sefer ‘Tüm şehir ağladı’ çalıyor, Aslının (ev arkadaşım değil, müzisyen olan) ablasına yazdığı şarkı bu..Yanılmıyorsam Aslı’nın ablası, zaman zaman uzak yerlere gidip uzun süre eve dönmüyor,bir kez geri geldikten sonra tekrar çekip gittiğinde bu şarkıyı çıkıyor: ‘Tüm şehir ağladı sen gittin diye, mecbur musun hep bu kadar uzağa gitmeye..’ İlk kez ayrı kaldığım ablamın doğum gününden beş gün sonra bu şarkıda uyanınca bir tuhaf oluyorum, özledim onu.



*1: Yola çıkarken giyilmesi ve sırt çantasında olması gerekenler: öncelikle yürüyüş ayakkabısı çok önemli, buna dikkat etmiştim, ayakları hiç ağrımayan tek kişi ben oldum. Mont/kaban, hava durumuna göre giyip çıkarabileceğiniz ince ve kalın hırka, yedek t-shirt, çorap, çamaşır; mevsime göre şal ya da atkı ve eldiven. Kızlar için tayt eğer kalınsa iyi bir çözüm hem çantada ağırlık yapmıyor hem ısıtıyor.. Küçük bir şemsiye, telefon ve fotoğraf makinesi için yedek pil ve şarj aleti, mendil, yara bandı. Bir de nevale çok önemli, orada hata etmişiz; sandwich hazırlanmalı kesinlikle.. Ama biz de çok sayıda kraker olsun, mini mini kekler olsun alıp çantalara dağıtmıştık; yetti bize.

*2: http://www.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA


21Kasım 2008

La Rambla: Titre ve kendine gel!!

Hedefe adım adım: Bizden önceki Erasmuslardan aldığımız tavsiyeler doğrultusunda, Barselona’ya varınca hostel bulacağız. Nerede? La Rambla’da..Neresi orası, Barselona’nın İstiklal Caddesi.. Otobüs ve treni kullanarak Barselona’ya varmıştık, La Rambla için de metro ağını kullanıyoruz.Metro çıkışında Katalan müzisyenlere kulak veriyoruz,ellerinde gitarları bizi selamlıyorlar sanki.. Nihayet La Rambla’ya çıktığımızdaysa şöyle bir sarsılıyoruz, öylesine bir enerji var ki bu caddede çarpıyor bizi. La Rambla; bin bir rengi, tüm dinamizmiyle karşımızda duruyor. Kendimizi almaya çalışıyoruz büyüsünden çünkü hostel bulmamız gerek, aslında bu internette önceden yapılabilecek bir şey ama gözümüzle görmediğimiz bir yere para vermeyi mantıklı bulmuyoruz; hem sağ olsunlar tecrübeli arkadaşların öğütleri de bu yönde, zaten La Rambla’da sayısız hostel mevcut. Hostellerin handikapı kız-erkek karışık kalınması ve biz bunu kesinlikle reddediyoruz, o nedenle biraz vakit alıyor bir yere yerleşmemiz ama buluyoruz üç kız bir odada kalınabilecek bir yer. Çağrı’yı da başka bir hostele yerleştiriyoruz, nasılsa onun böyle problemleri yok; birkaç güzel kızla aynı odada kalıyor gene.. Bu aramalar sırasında insanlar ve mimarinin yanı sıra farklı restaurantlar dikkatimizi çekiyor: Hintliler Türk yemekleri satıyorlar, Türk olmadıkları halde Türk isimli kabapçılar göze çarpıyor. Odaya yerleşir yerleşmez, teftişe gidiyorum; Cagliari’dekilerden iyi, bu kadar ama.. Sonra geçip dinleniyoruz odamızda, akşam bir La rambla gezisine hazırlıyoruz kendimizi..

La Rambla için ne demeli? Deli dolu,dopdolu ve her vaktinin tadı başka.. Ortada geniş bir kaldırım, taşıtlar için sağlı sollu birer şeritten oluşuyor bu cadde, yayalara ayrılan bu geniş kaldırımda performanslarını sergileyen soytarılar, sokak ressamları var. Biri Ronaldinho olmuş topunu sektire sektire merdiven çıkıyor, diğeri kim bilir kaç tane top çevirirken elinde aynı anda topuk dansıyla ritm tutuyor, bir başkası peri kızı. Kısa aralıklarla hediyelik eşya, envai çeşit hayvan ve çiçek satan dükkan var ve İspanyollar kadar farklı ülkelerden insanlar da geziniyor.. İstiklal Caddesine benzetilmesinin nedeni şehrin en işlek yeri, kalbi oluşundan,her saatinin ayrı bir rengi olmasındandır yoksa ne İstiklal Caddesi bu kadar ferah ne de çınlayışı kulağımdan gitmeyen kırmızı tramvayım akıp geçiyor dünya kalabalığını yara yara bu güzelim havada.. Kıyaslamak tadını kaçırır iki güzelin de.. Limana varıyoruz, denize hakkettiği ilgiyi ve saygıyı göstermiş bir liman burası..Akvaryum var ama kapalı o saatte, denizi gözden kaçırmayan cam cepheyle geçilmiş bir alış veriş merkezi de mevcut.. Ama alış veriş merkezi bizim önceliğimiz değil..(Bir pişmanlık kemirir burada içimizi, ah ahh..)

Önceliklerimiz Gaudi’nin eserleri elbette, ama kim es geçebilir Hard Rock Cafe’yi, süzülüyoruz kapıdan içeri; saksafonlardan oluşturulmuş dev bir avize karşılıyor bizi, ekrandaki U2 konseriyle birlikte. Hemen ilk kolonda Keith Richards’ın bilmem hangi konserde giydiği deri ceket asılı.. Bütün duvarlar birçok rock yıldızının imzalı gitarlarıyla süslü, alt katta Aerosmith için bir köşe oluşturulmuş. Tabi ki hatıra isteyenler için girer girmez solda bir hediyelik eşya dükkanı var; hemen herkeste olan Hard Rock Cafe t-shirtleri ilgimi çekmiyor pek, ama minik bir Hard Rock Cafe Barcelona rozeti alıyorum.


Yollar bizim vaktimiz bol; devam ediyoruz yürümüye epey sonra elimizde harita gezinirken kalakalıyoruz karşımızda Casa Batllo’yu görünce.. Biraz seyrediyoruz güzelliğini hayretle, sonra onu gündüz gözüyle görmek için ayrılıyoruz..



22 Kasım 2008

Bırak kararı rüzgar*1 versin!!!!

Casa Batllo*1’yu bulmak için ilerlerken sokaklarda, Aslı La Rambla’yı çevreleyen ağaçlara bakıp sonbaharın Barselona’ya yakıştığını söylüyor; bense güzün hüznünü göremiyorum sarı yapraklarda; sanki onlar salındıkça bu şehir göz kırpıyor muzipçe de güz atıveriyor hüznünü üstünden.. Sadece bahar var burada; başı sonu yok, süregelen bir neşe var belki de hep..

Derken dün geceki masalsı yapının aydınlık yüzü bize gülümsüyor, şehrin en neşeli yüzü Casa Batllo yine karşımızda. Gaudi’nin renk ve ışığın dansı için türlü oyunlarla tasarladığı Casa Batllo’ nun balkonları aşağıdan bakıldığında insan yüzünü andırıyor sanki, çatıdaki insan figürlü bacaları görmek için yolun karşısına geçmek gerekiyor. İçeri girmekse birçok turist gibi tarafımızdan da tercih edilmiyor zira fiyat oldukça yüksek. O nedenle bu rüyadan uyanıyor, öğrenci kartlarımızı göstermek ve daha makul bir ücret ödemek suretiyle başka bir rüyaya dalıveriyoruz: La Pedrara’ya..

La Pedrara, taş ocağı anlamına geliyormuş; cephesi dalgaların aşındırdığı taş yüzeyleri andırıyor, içinde de tek bir düz duvar yok. Girişte süreli sergiler gerçekleşiyor, bizim şansımıza karşı devrimci Alexander Rodchenko çıkıyor. Rodchenko'nun fotoğraf, resim ve çizimlerinin yanı sıra tasarladığı objeler de sergileniyor: Kırmızı –siyah satranç masası, satranca meraklı Didem’in ilgisini çekiyor. Diğer bir tarafta Gaudi’nin eserlerinin plan ve maketleri sergileniyor. Pencereden süzülen ışık dikkatimizi dağıtıyor, apartman boşluğundan gördüklerimiz bile bizi yukarı çekmeye yetiyor; dosdoğru çatıya çıkıyoruz. Peri bacalarını andıran yükselip alçalırcasına yerleştirilmiş bacaların arasından geçerken şehri seyrediyoruz. Sonra Japon turistlerle yarışırcasına fotoğraf çekmeye başlıyoruz, derken ‘Bir fotoğrafımızı çeker misiniz?’ diyor biri,Türkçe.. Çok tuhaf geliyor bize, sanki Türkçe sadece dördümüzün arasında kullanılan gizli bir dilmişçesine bakıyoruz genç adamın yüzüne.. Sonra ‘Tabi ki’ deyip fona la Sagrada Familia’yı alırken sonraki hedefe gülümser gibiyim. Buraya doymak ne mümkün ama hava kararmaya yakın artık inelim aşağı diyoruz ve bir aile yaşarmışçasına düzenlenmiş, dönemi yansıtan örnek dairenin içini geziyoruz. Mutfağından hizmetli odasına her bölümde, her ayrıntı düşünülmüş. Özellikle çocuk odasındaki ahşap oyuncaklara bayılıyoruz;o kadar canlı, o kadar sevimli ki her şey, gerçekten biraz sonra çocuklar odalarına döneceklermiş gibi..

Biz de sokaklara dönüyoruz neşeyle, dünyanın en çok turist çeken şantiyesi La Sagrada Familia’ya doğru yol alırken yorgunluğumuzun farkında değiliz. La Rambla’daki gençlikten pek bir farkımız yok, sonsuz özgürlük hissi ruhumuzu ele geçirmiş,bağıra bağıra şarkılar söylüyoruz her telden,aklımıza ne gelirse ama bir şarkı var ki sanki bugün tekrar tekrar söyleyelim diye yazılmış,özellikle de bu kısmı: İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı/Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı/Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı/Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı!!!! *Şarkının sözlerini pek bilememekle birlikte birkaç tekrardan sonra ben de katılıyorum: Her Günün Bir Güzelliği Var/En Güzel Anımdayım…

Gecenin karanlığında karşımıza çıkan La Sagrada Familia*3 şarkıyı bıçak gibi kesiyor. Ürkütücü bir hali var, Gaudi’nin ömrünün tamamlamaya yetmediği yapının. Yaklaşıp, dantel gibi işlenmiş yapıya baktıkça ‘zaten bir ömür yetmezmiş ki..’ diyoruz… Gaudi’nin vasiyetinde inşaatın devlet eliyle değil gelen bağışlarla sürmesi yazılıymış fakat bu hali daha çok turist çektiğinden projeye sürekli yeni şeyler eklendiği de söylenmiyor değil.. Bizse taklit edilemezliğinin devamına engel teşkil ettiğini düşünmüştük.. Öyle veya böyle akıl almaz detaylarla bezeli La Sagrada Familia*3’yı bir kez olsun görmek ve bambaşka bir şehirde öylesine keyifle amaçsızca gezmek gerek biraz da rüzgara kapılmışçasına… Söylenen hiçbir şeyi anlamıyor, sadece Hola ve grazies*4 diyebiliyoruz ama umrumuzda mı? Bir kısmı değil, işte tamamı son üç günün şarkısının, orada çok sevdim bu şarkıyı:

Bizim Bayramı Çocuklara Devredeli
Çok Düşünür Olduk
Bizim Tarih Eskidikçe
Çok Kasılır Olduk

Mam Lazım Dilimize Laf Geleli
Adam Olduk Sandık
Es Geçmeyi Üvey Bilince
Hep Boyumuz Uzar Sandık

İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı
Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı
Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı
Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı

Her Yaşın Bir Güzelliği Var
En Güzel Çağımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Her Günün Bir Güzelliği Var
En Güzel Anımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Bi Gel Yanıma İstersen
Tut Elimi Yeniden
Bırak Kararı Rüzgar Versin


*1: Kenan Doğulu’nun sanıyorum son albümünden, hep birlikte söylendiğinde çok daha güzel olan neşeli şarkı:
http://www.youtube.com/watch?v=QwXeitiv4BE

*2, *3: Gaudi kimi zaman müzisyenlerin ilham kaynağı olmuş:
2009’da Türkiye’ye gelip Portecho’yla çalışmayı planlayan Brazzaville’nin Casa Batllo’sunun sözlerine buradan ulaşılabilir:
http://www.brazzaville2002.com/
La Sagrada familia:
http://www.youtube.com/watch?v=jwaMqOawvLk

*4: hola, merhaba. Gràcies de tahmin edildiği üzere teşekkürler ama İspanyolca değil Katalanca..





23 kasım 2008

Park Güell’den A La Turca’ya son yirmi dört saat:


Son günümüze damgasını, görmeyi hevesle beklediğim Park Güell vuracaktı başlı başına ama tam olarak öyle olmadı.. Bugüne en baştan başlayalım:


Günün programında öncelikle Park Güell, sonra da Picasso Müzesi var. Fakat farkında olmadığımız gerçek şu ki bugün Pazar ve öğleden sonra müzeler kapalı.. Dolayısıyla hem Dali hem de Picasso’yla vatanlarında rastlaşamama gibi bir hayal kırıklığı yaşadık. Gündüz gözüyle Park Güell’e çıkma hevesim yüzünden sanırım kabahatin çoğu benim, önceliği müzelere verseydik böyle olmayacaktı belki ama napalım canımız sağ olsun.

Bu kadar hevesli olmamın sebebi kesinlikle gelmeden kısa bir süre önce izlediğim bir film: ‘İspanyol Pansiyonu’ adıyla gösterilen L'auberge Espagnole*.. Erasmus’la bir yıllığına Barselona’ya gelen gencin baştan sona (sayısız evrakla boğuşması, ev arama süreci, farklı ülkelerden altı ayrı gençle birlikte yaşaması, arkadaşlıkları, kafa karışıklıkları ve bu tatlı hayatın da bir sonu olduğu gerçeği, buna da uyum sağlaması gerektiği vs..) yaşadıkları, şu anda buna karar verebilecek konumda biri olarak söyleyebilirim ki, sahici bir dille anlatılmıştı. İzlerken bir Erasmus’a katılma, bir de Barselona’yı görme isteğinin insanı dürteceğini düşündüğüm filmden aklımda kalan en güzel fotoğraf park Güell’di. Park Güell, Gaudi’nin gördüğümüz diğer üç eseri gibi şehrin işlek yerlerinden birinde değil. Nedeni; başlangıçta bu alanın sadece elit bir kesimin faydalanacağı, Gaudi’nin elinden çıkma konutlardan oluşan bir yaşam alanı olarak düşünülmesi fakat hem Gaudi’nin beklenmedik ölümü hem de maddi gücü yetecek kesimin burayı uzak bulup tercih etmemesi projenin hayata geçirilememesine sebep olmuş.. Kadere bakın ki şimdi zengin, fakir, genç, yaşlı dünyanın her yanından insanın saatlerce kalabileceği bir parka vermiş iş adamı Güell adını, lüks konutlar yerine..

Park uzak olsa da ulaşılmaz değil, en azından günümüzde. Metrodan Lesseps durağında inip ilerliyoruz, sonrasında haritamızı açıp yönümüzü bulmalıyız; bu bir yöntem ama hata payı var. Mükemmel yöntemin Japon turistleri izlemek olduğunu düşünüyorum açıkçası, zaten biz haritayı evirip çevirip konuyu karara bağladıktan sonra da onların peşi sıra gittiğimizi fark ediyoruz. Bir Japon’un peşine takılıp dünya gezilebilir bence, mümkündür bu...
Yeşillikler arasına gizlenen yürüyen merdivenler yardımıyla çıkıyoruz dik yokuşları ve böylece varıyoruz görmeyi iple çektiğim parka. Şehri ve Hansel ve Gratel’in evlerini andıran yapıları seyredebileceğiniz, rengarenk mozaiklerle süslü bankların kıvrımlarla kuşattığı çok büyük bir balkon burası… Aklıma yine İspanyol Pansiyonu geliyor, Barselona’da yaşama ihtimalim olsa kesinlikle sık sık geleceğim bir yer olurdu deyip Cagliari’de tanıdığım birçok kişiyle tanıştığım yer olan Bastione’deki eylül gecelerini anımsayınca birkaç dakika içinde bulunduğum bu parkta kendimden bir şeyler buluyor ve bu yüzden sadece beğenmiyor, seviyorum da burayı.. Gelirken olduğu gibi dönerken de bu kentten aklımda kalan en çok bu fotoğraf olacak çünkü içinde yaşanılıyor, ulaşılıp dokunulabilir, paylaşılabilir bir güzellik ama biz yine de seyirlik kısımlarını da es geçmiyoruz: Şehrin sembollerinden olmuş mozaik kertenkelenin su fışkırttığı havuzun etrafına dizilip objektife gülümsüyoruz. Şekerdenmiş gibi görünen hediyelik eşya dükkanını geziyoruz, öncesinde de aşağıdaki yüksek kolonların arasında Çinli bir müzisyenin gitarına kulak veriyoruz.

Park Güell’den sonra da bir şeyler yaptık elbet ama sözü daha fazla uzatasım yok. Yazının buradan sonraki kısmı artık ne Barselona’dır, ne Gaudi.. Tek bir cümleyle de özetlenir aslında, her bir sözcüğü diğerine kilometrelerce uzakken dört duvar arasında buluşan, kaynaşan ama farkındaysanız sevmiyorum özetleri..


Akşam yemeği için ne yiyeceğimize karar vermiş değiliz, önceki akşam yediğimiz tapastan pek hoşnut kalmadığımızdan artık macera aramıyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi sıra sıra kebapçılar var ama lezzette sınıfı geçmiş değiller. Bir de Türk olmadıkları halde dükkanına Turkuaz ismini veren ya da tabelasına nazar boncuğu iliştirenlere tepkiliyiz.. Aslı azim içerisinde hepsini gezip ‘Türk müsünüz?’ diye sorup duruyor ta ki A la Turca’ya gelene kadar.. Biz Didem’le sohbete dalıp ilerlemişken Aslı’nın heyecan içinde bize seslendiğini duyuyoruz; sonunda bulmuş! Atilla Ağabey, ‘Kardeşim gelin bir çayımızı için’ dediğinde nasıl da gurbetçi hissediyoruz kendimizi, şaşkın şaşkın gülüp geçiyoruz içeri.. Bildik demleme çay içiyorum üç aydır ilk kez, eşikten içerisi Türkiye sanki.. (Almanya’da olsak bunu her gün yaşardık, ama Sardinya’ da imkansız.) Bilmediğim bir müzik kanalı açık televizyonda; Türkçe şarkılar çalıyor, hemen hepsine eşlik ediyoruz. Atilla Ağabey (A la Turca’nın sahibi) Faslı arkadaşıyla birlikte, bizimle özel olarak ilgileniyor; bizzat hazırlıyor Adana kebapları…

Çok sıcak bir ortam var A La Turca’da, gecenin geç saatlerine kadar orda kalıyoruz. Karşı masada İsveçli tatlı bir kızla Norveçli bir genç oturuyor. İsveçli kız gelip bizimle tanışıyor, İsveç’te Türk arkadaşları varmış, onlardan bahsediyor. Sonra iki masa karşılıklı atışmaya başlıyoruz; bir İskandinav, bir Türk şarkısı… Atilla Ağabey, Norveçli genci gösterip ‘Bir dinleyin, başka yerde bulamasınız!’ dediğinde herhalde Türkçe birkaç sözcük biliyor onu söyleyecek diye düşünüp nezaketen gülümsüyoruz ama kalakalıyoruz söylediği şarkıyı duyunca:Tam şivesiyle; ‘Ben senu sevdiğimu dünyalara bildirdum.. '

Norveçli Håvard, Barselona’da müzik eğitimi alıyor ve çello çalıyormuş, farklı kültürlerin seslerine meraklı, müzik festivallerini geziyor. Türk müzisyen arkadaşlar da edinmiş kendine. Adını yazıyor bir kağıda facebooktan onu ekleyelim diye.. Sonra bize bir Norveç şarkısı öğretiyor, o kadar hevesli ki öğretmeye sözlerini anlayamayız nasılsa diye melodiyi ezberletip kanon yaptırıyor dördümüze. ‘Ebruli’ çalarken fonda Atilla Ağabey Norveçli kızla bachata yapmaya başladığında, Håvard da yerinden kalkıp çellosunu kutusundan çıkarıyor ve şarkıya eşlik etmeye başlıyor. Biz de büyük bir zevkle katılıyoruz: Benim adım ebruli biraz gerçek biraz hülya, yalanımı sevsinler aşksız dönmüyor dünya..
Türkçeyi de İspanyolca gibi seri konuşan Atilla Ağabey bütün gece dinmeyen enerjisiyle Almanya’da geçen çocukluğundan, Polonyalı kızlara, Katalan kültüründen Fas’ta yabani ot gibi biten kenevire pek çok konuya değiniyor ve bir yandan da dilinden düşürmüyor Almanya’da ardında bıraktığı babasını ..


Başımız dönmedi değil; Barselona, Adana, İsveç, bachata, Norveç, çello ve ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim…Yolunuz düşerse bir gün Barselona’ya gezeceğiniz yerler belli aşağı yukarı, listeye bir de A La Turca’yı ekleyin derim, Atilla Ağabey’e de sevgilerimizi, selamlarımızı iletin..






*:2003 yılında İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş, ödüllü bir film bu arada. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=l%27auberge+espagnole&nr=y&pt=ispanyol+pansiyonuhttp://www.youtube.com/watch?v=LBKilZSC6sQ








26 Kasım 2008 Çarşamba

Villasimius: Tom Cruise ya da Şantiye Yemeği


5 Kasım 2008
Yakın zamanda ev arkadaşlarım ve Alessia’yla bir Villasimius maceramız oldu. Gezme hevesinde gençleriz, özellikle de ben bu konuda başı çekiyorum ama sürekli bir şeylerin oturmasını beklemekten, değil adadan Cagliari’den bile çıkamamıştık.

Gelmeden önce, algıda seçiciliktir belki, hani şu gazetelerin*1 arka kapağındaki şu ünlü şurada tatil yapıyor türünde haberlerin hepsinde Sardinya*2 Adası dikkatimi çekiyordu; Kate Moss yazın tadını çıkarıyor, C. Ronaldo nişanlısıyla tatilde, falan filan.. En son Ertuğrul Özkök’ün Sardinya’ya gittiğini okumuştum köşesinde, yazılarını genellikle takip etmememe rağmen… Keyfime düşkünlüğüm herkesçe bilinir ya jet-set’in tatil beldesinde okumaya gittiğimi söylediğimde artık ‘pes’ dediler…

Villasimius, Costa Smeralda’dan (Sardinya’nın kuzey ucunda, bizse güneydeyiz..) sonra adanın en çok tercih edilen tatil beldesi ama maalesef Villasimius ile ilgili de anlatacak pek bir şey yok, çünkü gittiğimizde aylardan ekimdi.. Belki Temmuz, Ağustos olsa terk edilmiş gibi görünen o güzelim kumsalda Tom Cruise*3 la yan yana fotoğraf çektirme şansımız olabilirdi ama biz bizim gibi üç beş meraklıdan başka sadece birkaç Afrika kökenli işportacı ve bir Çinli ayak masözü gördük..
Ekim olması tek başına en kötü sonucu vermiyor, aynı zamanda günlerden pazardı: İtalya’da (ya da en azından Sardinya’da) yabancılara özel bir maarif takvimi hazırlayıp Pazar günlerine çarpı atılmalı bence; ‘Hiç davranma kapıya doğru, yat uyu herkes öyle yapıyor. Öğlene doğru bir makarna kaynat ve günün bitmesini bekle!..’ Haydi bir ukalalık ettik çıktık dışarı diyelim, şehir içinde bile her istediğimiz yere otobüs yok,değil ki Villasimius’a.. Misal biz Villasimius için 08:15’te otobüse bindik, yol bir-bir buçuk saat ve dönüş sadece 18:30 da.. Alessia ve ben bir şeyler yemiştik, ama Aslılar geceden beri aç.. Otobüs şoförüne en yakın marketi sorduğumuzda tüm marketlerin kapalı olduğu cevabını alıyoruz ve bunun üzerine nasıl bir ruh hali içine girmişsem Tevfik Fikret’le tanıştırıyorum Villasimius’u: ‘Bugün yine açız evlatlarım diyordu peder…’ Neyse ki ben geri kalan dizeleri hatırlayamadan açık bir market görüyoruz. Bize gün boyu yetecek erzakları tedarik ettikten sonra belediyenin parkına konuşlanıyoruz, şantiye yemeğinden hallice bir şeyler yiyoruz.. Sonra sahili buluyoruz; deniz, kum, biraz da güneş.. Diğdem şezlonga iki eurodan fazla vermem diyor, kabul ediyorlar. İki euroluk şezlonglarımızda üstümüze plaj havlumuzu örtüp uyuyoruz akşama kadar. Çünkü yapılacak hiçbir şey yok, ne gezecek bir yer, ne güzel bir şeyler yenebilecek bir cafe, her yer kapalı.. Aslı dönüş yolunda manzaranın güzelliğine bakarken ‘Mevlam vermiş, siz yatın uyuyun diye mi?’ diyor, ‘Bir daha da adanın hiçbir yerini merak etmeyeceğim..’

O nedenledir ki bugün Barselona biletlerimizİ aldık, Milano öncesi Barselona’dan bildirmek dileğiyle..






*1:İki aydır elime Türk gazetesi almadığımı fark ettim şimdi, evimize gazete girmediğini de.. İtalyan ev arkadaşlarım gazete almıyorlar, hali hazırda bilgisayarlarını da kendi şehirlerinden getirmiş değiller. İnternet olmadan nasıl yapabildiklerini sordum, hiçbir şeyi merak etmiyorlar mı? Ben arama motoru bağımlısıyımdır mesela, olur olmaz her şeyi yazıp ne neymiş bakarım.‘Görmek istediğimiz herkes burada’ cevabını alıyorum ki bu sorumun cevabı değil. Bu sınırsız bilgi ağı, msn ve facebook harici kullanılmıyor bazı insanlar tarafından demek ki… Her şeyden geçtim, haberleri filan nerden duyuyor bu insanlar diye düşünmeye başladıysam da Aslı televizyon denen nesneyi hatırlattı: Sadece Avrupa Yakası için açtığım alet olsa gerek.. Belki bir-iki program daha.. Bu arada ekonomik krizden dolayı diziler iki haftada bir mi yayınlanacakmış Türkiye’de, öyle bir şeyler çalındı kulağıma, üzerinde durmadım, Reşat Nuri ve çağdaşlarının ahı tuttu belki de.. En son hatırladığım; her romanı hazır dizi senaryosu gibi görüyorlardı. Biraz durulur belki bu furya.

*2: İsrarla yanlış yazıyorlar: Sardunya değil efenim, Sardinya..
*3: Villasimius gezimizden hiç de memnun kalmadığımızı açık açık söyleme gafletinde bulunduk Cristian’a, şaştı kaldı. Yazın gitmeliymişiz, Tom Cruise da oradaymış.. ‘Amaaan ahı gitti vahı kaldı onun da..’ dediysem de yandaş bulamadım, zaten inanarak söylememiştim denemeydi..

12 Kasım 2008 Çarşamba

Cagliari Şehir Turu: Tarih, Coğrafya, Üstüne Tadımlık Madroño

8 Kasım 2008


Geldiğimden beri ilk kez gündüz gözüyle bir aktiviteye şahit oldum: Cagliari şehir turu.. Genellikle Erasmus öğrencilerinin buluşma yeri hemen her gece Bastione, aralarda Erasmus Meleklerimiz*1 değişiklik olsun ya da görevlerini yerine getirmiş hissetsinler*2 diye kapalı mekanlarda partiler düzenliyorlar. Bu sefer de, neden bilmiyorum, bu tarihte bir şehir turu düzenlendi, etkinlik ayırmayan bir genç olarak turda yerimi aldım, size de bunları getirdim:
■Katılım azdı; alkol içermemesinin başlıca sebep olduğunu düşünüyorum.

■Hemen her gece toplandığımız Bastione’nin hikayesini dinledik; burada yazamayacağım kadar uzun, çıkardığımız ders şudur: Tarihi her ülke kendine göre yazabiliyor*1… Çoğunluğu İspanyollar’dan oluşan bir gruba Sardinya’nın maruz kaldığı İspanyol saldırılarından bahsedilmesi bir yerden sonra İspanyollara cevap hakkı doğurdu, kimin nerede haklı olduğunu anlayacak düzeyde İtalyanca bilemesek de Sardaların mazlum bir halk olduğu açık.

■ Günün en şaşırtıcı dakikalarını anfitiyatronun girişindeki meyve ağaçlarını görünce yaşadık. Ana, bu meyvenin Madrid’in simgesi*2 olduğunu, hatta Madrid’in isminin de bu ağaçtan geldiğinin düşünüldüğünü söyledi. İspanyolca adı madroño olan ve Madrid bayrağında*3 da bulunan bitkinin İngilizce karşılığı ‘tree strawberry’.. Nesi ilginç derseniz, buradaki ‘çakma’sı mürdüm eriğiyle şeftali arası tatlı masum bir şey, mesele yok ama Madrid’in madroñosundan üç tane yiyince kafayı buluyormuşsunuz…

■Gelgelelim anfitiyatromuza… Collessium kadar görkemli bir yapı olmasa da bu ‘ölüm arenası’ da gladyatör dövüşlerine sahne olmuş… Merdivenlerden aşağı inip içerisini inceliyoruz; vahşi hayvanların bulunduğu alanları, ölmek üzere olan gladyatörlerin getirildiği iki ayrı kapısı olan odacıkları geziyoruz. Kapılardan biri can çekişen gladyatörün içeri bırakılması, diğeri de bedeni terk eden ruhunun odadan dışarı çıkması için… Bakmayın insanları öldüresiye dövüştürüp izlediklerine, ruhu önemsiyorlar…

Gladyatörler ve Sardinya ile ilgili ufak bir araştırma yapayım dedim ama gel gör ki Sardinya’ydı, adaydı, Akdenizdi derken Semih Gümüş’ün yazdıklarına kapılıvermişim, gladyatörler hakkında meraklısına önerim National Geographic*4’in dosyası olacaktır ama bakın Semih Gümüş neler diyor Keşfedilmesi Olanaksız Akdeniz*5’de:

İnsanoğlu sonradan kabına sığamamışsa, kötülüklerin çoğalmasına da neden olmuştur. Başka denizler, öteki dünyaların talanı, uygar olanların acımasızlığıyla birleştirmiştir dünyaları. Oysa Akdeniz’de yalanları saklama olanağı yoktu. Bunun için karşıtlıkları çözme yolları en kolay Akdeniz’de bulunmuştur. Herkese yetecek deniz, kıyı, ada, insan, hayvan, tuz ve zeytin vardı. Akdeniz’in derinliğini bugün keşfedenler de aynı olanakları pekâlâ görüyor. Değilse, zeytin, incir ve nar ağaçlarının üçünden birden hem Tevrat ’ta, hem İncil ’de, hem de Kuran ’da söz edilmesinin nedeni ne olabilir? Fernand Braudel de, “Akdeniz’in tüm tarihi... akla yatkın tüm sentezlere meydan okuyan bir bilgiler bütünüdür,” diyor. Çünkü tarihin bulunan her yeni bilgisi yeni bilgilerin pırıltısı altında gölgelenecektir. Hakkında sayısız yapıt verilmiş oluşu da Akdeniz’i keşfetme yarışının sonucu olsa gerek..’









1*: Daha önce Erasmusla başka ülkere gidip gelmiş gönüllü İtalyan öğrenciler. Herkesin birer meleği var; benimki Alessandra.. Önceki yıl Macaristan’a gitmiş, Mimarlık okuyor,ders programı yoğun, dolayısıyla sık görüşemiyoruz ama yine de ne zaman ihtiyacım olsa yanımda.. Esmer teni ve iri dalgalı gür saçlarıyla İtalyandan çok İspanyol kızlarına (hoş buradaki İspanyolların çoğu sarışın ya..) benziyor, değişik bir havası, içten bir gülüşü var.. Macaristan’dayken Türk bir arkadaşı varmış, zaman zaman ondan bahsediyor…Biraz da onun etkisiyle olsa gerek Türk kültürüne meraklı, geçenlerde bana Barış Manço’nun ‘Nick the Chopper’ini dinletti; ‘Biliyor musun bu şarkıyı söyleyen Türkmüş’ diye.. Ona ‘Kara Sevda’’yla ‘Dönence’’yi önerdim.. Bu arada, ablam ve Zeynep’le tanışmayı iple çekiyor şu sıralar çünkü önümüzdeki ay ikisi de burada olacak inşallah…

2*: Erasmus, parti; parti, Erasmus demek.. Özel bir organizasyon gerektirmiyor aslında birkaç Erasmus öğrencisinin yan yana gelmesi yeterli (Bir Portekizli bulunsun tamamdır,bizde takımı onlar ateşliyorlar genelde,oldukça coşkulu arkadaşlar sağolsunlar..) Dolayısıyla Meleklere bu konuda çok iş düşmüyor, hep beraber eğleniliyor..

3*:Bu satırları yazdıktan hemen sonra aklıma birkaç yıl önce okuduğum Büyük Tarih Yalanları(Richard Shenkman, Aykırı yayınları) geldi. Bunlar arka kapaktandı yanılmıyorsam:

Tarihçilerin şu üç kategoriden birine girdiği söylenir: Yalan söyleyenler. Hata yapanlar. Hiç bilmeyenler. Anonim

Tarih hep yanlış yazılır, bu nedenle hep yeniden yazılması gerekir.

George Santayana

1 Kasım 2008 Cumartesi

Öğrenci Evinden Notlar:

1 Kasım 2008

Hayatımda ilk kez ailemden ayrı yaşıyorum, burada hiç bilmediğim sorumluluklarla tanıştım. İlk bir ay koca evde tek başınaydım, şu anki durumdan çok daha değişik, keskin bir tecrübeydi; kıyaslaması güç.. Belki daha zorlu, dolayısıyla heyecanlı çünkü o yaşadığımın adı küçük çaplı da olsa tek başına var olabilmekti; evin ne ihtiyacı var belirleyebilmek ve bunu İtalyanca’ya çevirmekti, aniden telefonumun bozulduğu akşamın ertesi günü erken kalkabilmek için İngilizce bilmeyen Çinliler’den çalar saat almayı akıl etmek, rüzgarlı gecelerde altı ayrı boş odadan, altı ayrı tıkırtıya kayıtsız kalabilmekti… Bir ay sonunda önce İtalyan ev arkadaşlarım sonra da iki Türk arkadaş (Aslı ve Diğdem), gelince tek başına yaşayan kızdan, öğrenci evi sakinine dönüştüm ki bu da yaşanası, renkli bir deneyim gibi görünüyor…

Gözlemlediğim kadarıyla bu evlerin olmasa olmazları Zihni Sinir’i anımsatan pratik çözümler: Bundan üç yıl önce YTÜ’ den çok sevdiğim arkadaşım Pınar’ın evine gitmiştik, tam sofraya oturacakken baktım Pınar mutfağın kapısında elinde bavuluyla duruyor, kimsenin umrunda değil, ‘Pınar geç şöyle’ diyorlar.. Meğer o bavulu tabure olarak kullanıyorlarmış.. Ben de ayıptır söylemesi Olga’ nın kapakları kırık olduğu için çöpe gidecek gardrobunun rafını alıp bavulumun*1 üstüne sabitledim, çok şık bir tuvalet masası oldu:) Demek ki neymiş bavul dediğimiz şey sadece seyahatlerde değil her zaman hizmetimizde olan güzide bir ürün…

Yedek yataklar hariç iki adet fazla şiltemiz var, yer yatağı olarak kullanılabilir ama şu an farklı bir görevdeler: Onları düşey doğrultuda duvara dayayıp pano yaptım. İki adet şehir haritası astım, birinde otobüs tarifesi de var… Boş kalan kısımları da hoşuma giden el ilanlarıyla süsledim, hatta cadılar bayramı için aldığım aldığım eldivenlerin içinden çıkan el biçiminde kesilmiş karton da cuk oturdu kompozisyona. Sanmayın ki burada amaç ortalığı düzenlemek ya da haritayı kullanmak; odamı kişiselleştirdim, bu da sanatsever öğrenci odası…

Öğrenci evinde durum budur genelde, peki erasmus öğrencisi evi olmasının farkı nerededir diye soracak olursanız,cevabı basit: Tüm gün açık internet ve ana sayfamız: ucuz havayolu şirketleri.. Buradan vergiler dahil 1 Euro’ya Barselona’ya gitmek mümkün.. Fakat bunun için doğru anı yakalamak gerekiyor; fiyatlar bir iniyor bir çıkıyor, sevinç çığlıklarıyla eller kredi kartına uzanana kadar sayfa güncelleniyor ve gol kaçıran takımın taraftarı hissiyatıyla yere çökülüyor. Maç doksan dakika bırakmayalım, diye düşünüyorsak da şu aralar o bileti alamadıkça Erasmus mutluluğu liginde üst sıralara çıkamıyoruz. Şu dakika itibariyle (evet şimdi yine baktım, söylüyorum bu bir bağımlılıkJ ) birkaç saniyeliğine sadece gidişin 0.00 euro olduğunu gördüysem de 9.99’ u da görmem uzun sürmedi. Diğer bir nokta da yolcu sayısını 1 girdiğimizde 0.00 euro olan biletin, 5 kişide kişi başı 9.99 olması. Her seferinde aldıkları vergi de farklı: Ücretlendirilmesi aynı olan biletin vergisi 1 euro da olabilir 80 de…Türkiye’den okuyanların ‘1.00 euro olması şart mı canım, alıverin ucuz bulduğunuzu’ ,dediğini duyar gibi oluyorum.(Ben de öyle diyorum kimi zaman) Ama neyleyim gözümüzü hırs bürüdü bizim, en ucuzunu almak istiyoruz zira onun zevki çok başka olacak: ‘Ha ha ha!!1euroyla Barselona’daydım..’ Ev arkadaşım bu kahkahayı atabilmek için sabaha karşı bile bilgisayar başına geçiyor mesela…

Bu arada ay sonu Milanoda’yız .. ‘Milano’dan Notlar’ ’ı da yazmak niyetindeyim efenim..



*1:Masanın ilginçliği malzemeleriyle sınırlı değil. Kişi kusurunu bilip ona göre önlem almalıdır fikrimce, ben de her zaman çok dikkatli biri sayılmam. Bu nedenle havaalanında bavullar önümden geçerken kendiminkini gözden kaçırmayayım, hemen yakalayayım çünkü bunu benim için yapacak biri yok diye gidip yeni bir bavul aldım, en dikkat çekici olanı seçmeye özen gösterdim. Gözünüzüm önüne kırmızı ya da pembe bir şey gelmesin, herkeste var onlardan, benimkisi yaza en uygun renk çifti olarak gördüğüm mavi-beyaz ve dallı budaklı çılgın Hawaii desenleriyle kaplı. Hem Sardinya’ya giden Erasmus öğrencisine de bu yakışır, değil mi?

Duygusallık Üzerine...

27 Ekim 2008


Kral Lear, ülkesini kızları arasında paylaştıracaktır; ama ona olan sevgileri ölçüsünde… Kızlarını karşısına alır ve sevgilerini anlatmalarını ister. İlk iki kız yere göğe koyamazlar babalarını, Cordelia’ya ne söyleyeceği sorulduğunda*1 ‘Hiçbir şey’ der. ‘Bir evladın babasını sevdiği gibi seviyorum.’. Cordelia*2 mirastan pay alamaz, ama nankör ablaları daha kralın ölmesini beklemeden entrikalara başlar…

İlkokul biterken çok sevdiğim iki arkadaşım bana bir posta kartı hediye etmişti, Fenerbahçe atkısını boynuna dolamış bir sarı kanarya… Kartın arkasında çok içten, güzel sözler vardı, çok hoşuma gitti. Tek bir cümle vardı beni üzen: ‘Belki sen bizi sevmemişsindir ama biz seni çok sevdik..’ Neden ama? Neden sevmeyecektim ki ben onları?.. Çok uzun yıllar aklımdan çıkmadı bu söz, belki okulun son günü herkes ağlarken ben sakin tavırlar ardına gizlenmiştim*3, ortaokulda da arkadaşlarım olacaktı, hem ne var aynı şehirde değil miydik, annem*4 öyle demişti, yapacak bir şey yoktu, üzülmemeliydim… Ama seviyordum ben de onları, sevmesem saklar mıyım o kartı hala…

Hayatımın hiçbir döneminde insanları abartılı sevgi sözcükleriyle kandırmadım…Herkesin ilgisini çekeceğimi bile bile insanların gözü önünde olur olmaz şeylere ağlamadım*5, güzel bir bebek gördüğümde gidip onu mıncıklamadım*6.. Ayyyy ne romantiiiiiiiiiiiiiiiikkk! cümlesi benim dudaklarımdan dökülmedi. Mizacım müsait değil bunlara. Bana ‘hiç duygusal değilsin!.’ diyorlar, değilsem de ne olmuş?.. Belki sadelikten ve içten olmaktan hoşlanıyorum, bu nedenle duygularımı süsleyip püsleyip gözler önüne sermeyi reddediyorum. Gerçekçiyim, mantıklı olan neyse onu söylüyorum, doğru olanı yapmaya çalışıyorum. O nedenledir ki her derdi olan benim kapımı çalıyor, hem ilkokulda ağlaya ağlaya tükenen arkadaşlarım kaçınız aradı birbirini sonra? O gün ağladınız, bana da ‘duygusuz’ dediniz belki, konu kapandı.

Ortaokuldaydım Kral Lear’ı ilk okuduğumda, çok etkilenmiştim Cordelia’nın asaletinden, dürüstlüğünden. Bir evladın babasını sevdiği gibi seviyor işte..Göz boyamayı reddediyor. Anlata anlata, ağlaya ağlaya bitiremeyecek bir şey yok, sevmek yeterince derin değil midir? Neden her şeyi ölçmek, birbiriyle yarıştırmak ister insanlar? Kaldı ki insanın kalbinden geçenleri neyle ölçmekteyiz? Doğruluğu tespit edilemeyecek ard arda dizili sözcüklerle mi? Ortaokuldayken Türkçe dersinde uzun cümleler kurmaya çalışırdık, cümle uzamalıydı ama yapı bozulmamalıydı, satırlarca cümle kurduğumuz olurdu… Kabul edelim ki o yazdıklarımızın hemen hepsi anlamsızdı çünkü amacımız sözü uzatıp gösteriş yapmaktı…

Ben artık kısa cümleler kuruyorum* 7 ve bazen de Cordelia gibi susuyorum. Cordealia ’nın asil ruhu sizinle olsun…



*1:Shakespeare’ in Macbeth kadar sevdiğim tragedyası Kral Lear elbette bu kadar basit değil..
http://www.geocities.com/geotassie/action3.html
Cordelia ile Kral Lear’ın dialogunu ararken Kral Lear’ın filme çekileceğini öğrendim. Cordelia’yı Keira Knightley canlandıracakmış, çok yerinde bir seçim bence…
http://www.imdb.com/title/tt1235140/


*2:kökeniyle ilgili değişik teoriler vardır: - cor: 'heart' (kalp)'in latince karşılığı



-delia: 'ideal' kelimesinin anagramı
Devamı için sözlüğe başvurunuz: http://sozluk.sourtimes.org/

*3:Merak ediyorum, Candan Erçetin, 2000: Merak ediyorum ne yapacaksın bundan sonraki hayatında/ o alaycı gözlerin eğlenerek bakacak mı başkasına aklın bendeyken hala../merak ediyorum rastlaşacak mıyız günün birinde herhangi bir yerde/ o çağlayan ruhun sakin tavırlar ardına gizlenecek mi yine/ yıllar geçtikçe sıradan mı olacaksın yoksa yenilmeyip hayata sevdiğim gibi mi kalacaksın… bakınız şarkı duygusal :)

*4: Anneannemle birlikte hayranı olduğum kadınlar listesinin zirvesinde oturur yıllardır... Genellikle sözünden çıkmam çünkü mantığın almadığı bir öneriyle gelmez. Bir de onaylamadığı bir şeyi yapmaz ve yaptırmaz. Sahip olduğu vicdan ve akıl, onu böyle güçlü kılıyor muhtemelen… Kadınlara özgü kimi kapris ve şımarıklıklardan onda eser olmadığı için bazı hemcinslerimi anlayamıyorum… İnsan duygularını kontrol edebilmeli, edebilir.. Ağlamayabilir mesela: Tek bir çığlık duydum annemden, beşinci sınıftaydım dayımı kaybettiğimizi telefonda öğrenmişti. Ablam hala korkar gece çalan telefonlardan… Annemse gözümün nuru dediği ağabeyini hem de hiç beklenmedik bir anda yitirmiş de olsa dimdik durdu cenazede ve sonrasında, tek bir dakika koyvermedi kendini çünkü ben vardım, ablam, babam vardı; doğrusu buydu…

Zaman zaman ufak fikir ayrılıklarımız olmuyor mu, oluyor elbet…O zaman da yılların klasiği sitemine başlar annem gülümseyerek: ‘‘Alemin kızları, ‘annemiz annemiz’ diyorlar..(Annem kızar diye detaya giremiyorum:) ) .. Siz beni dinlemiyorsunuz..’’ Senin kızın olduğum için dinlemiyorum anne, sen gözü kör bir Kral Lear olmadığın için doğru bildiğimi söylüyorum ki birlikte yanlışa sürüklenmeyelim.

*5:Ağlamak da gülmek kadar ihtiyaçtır muhakkak ki… Ama gülmek birlikte gerçekleştirilebilen bir eylemdir, dalga dalga yayılır, bir anda etrafı sarar kahkahalar, istediğin kadar gülersin el ne karışır.. Peki ya ağlamak?.. Kim yanında birinin ağlamasına izin verir (en azından umursamaz damgası yemek var işin ucunda..) hemen sorulacaktır, nedir sebebi. Amaç ilgi çekmekse ne ala:) Ama içimden geldi, gözyaşlarımla çıksın sıkıntım içinden gibi bir niyet varsa bu eylem yalnız gerçekleştirilmelidir, değil mi? Ortaokul yıllarından beri böyle düşünüyorum; sıraya kapanıp ağlayan kızlar vardı hani herkesi başına toplar, tartışmada sonuna kadar haksızsa bile o golle o dakika öne geçer yani ağlayan kazanır. O kızlar hala aynı numaraları yapıyorlar, bense hala haksız kazancın her türlüsüne karşıyım…

*6: her bebek bir mucize ve hepsi de güzel..dokunmak da bir sevgi dili muhakkak ama yok, ben yolda yürürken bir bebek göreceğim de ‘amaniiinnn bicicicici vidiividi’ ve bir takım tuhaf sesler eşliğinde öpüp duracağım onu..Öncelikle bunun hijyenik olmadığını düşünüyorum,ne bileyim belki bebeğe sorabilsek gelen geçen onu öpsün filan istemeyecek ya da peki tamam kabul ediyorum soğuk bir insanımJ Ama ey sevgili sevgi tomurcukları, siz de bir gün şunu deneyin: ona bakın ve dua edin, tüm ömrü boyunca böyle saf ve temiz kalması için, kendi nefsine yenilmekten (insan en büyük iyiliği de kötülüğü de kendisinden görür bence) ve tüm kötülüklerden korunması için.. iyilik dileyin, iyilik de sizi bulsun; bu onu mıncıklarken duyacağınız keyiften daha büyüktür. Sadece bir kez gördüğünüz güzel gözlü çingene kızının talihinin değişmesi için dua edin; içinize temiz bir damla düşecek, ferahlayacaksınız.. E-postalarda biriken iletiler tadında olduğunu fark ettim ama ben bunları yıllardır yapıyorum ve kendimi iyi hissediyorum.


*7:Şebnem Ferah’ın aynı adlı albümünden (1999),aklıma geldi:
Sizi bilmem ama ben karar verdim su gibi duru olup hep akmaya



Başka sular tanıyıp çoğalmaya dalgalanmaya taşmaya



Son günlerde çok düşünür oldum



Zor zamanları çabuk atlatır oldum



Yalnız mıyım insanlar içinde arkadaşlarım aşklarım içinde



Yara aldım bundan iki yıl önce



Hiç susmadım şarkı söyledim günlerce



Artık kısa cümleler kuruyorum



Sevdiklerim sevmediklerim yanımda



Kabullendim her şeyi olduğu gibi yola çıktım yarınlara



Son günlerde çok düşünür oldum



Zor zamanları çabuk atlatır oldum



Bakıyorum aynaya her gece içim rahat biraz yorgunum sadece



Hayatıma giren herkese yaşanmış her şeye



Teşekkürler büyüyorum sizinle

24 Ekim 2008 Cuma

iki şarkı arasında iki cadde var sevdiğim;bir ordayım bir burda..


11 ekim

‘Bir küçük hayat resmidir ya avucumda büyüttüğüm…’ ‘kor bir ay’*1 çalıyor yine.. Buraya gelmeden önce bavullarımı, döndüğümde yepyeni resimler eklemek istediğim fotobloklarla kaplı duvarın önüne koymuş bisiklete*2 biniyordum bu şarkıda.. Spor için çok da uygun bir şarkı değil ama sevdiğim şarkıyı dinlemek istiyorum, neyi seviyorsam onu yapmak istiyorum.. Sevdiğim insanlar yanımda olsun ya da yanımdakileri seveyim.. Aksi halde pedalları çevirmek zor gelir..

Yeni ev arkadaşlarımdan biri Fernaz’a benziyor ama esas benzeyen narin yüzünden daha çok sesi, tavırları.. Aynı sukunet, aynı gülüş .. Ona bakınca lise yıllarıma gidiyorum, en çok da lise son.. Prefect*3 olup öğle tatilinde dışarı çıkma izni aldığımızda koşup Konak’tan taptaze mantar kurabiye alışımız, yarısını yolda bitirişimiz aklıma geliyor.. Via Dante’yi Nişantaşı sokaklarına benzetiyorum kimi zaman..belki de bu yüzden seviyorum bu caddeyi.. Sonra eve geliyorum Aslı’nın bilgisayarında ‘Que Sera Sera’*4 çalıyor, ve bu şarkıyla tekrar Nişantaşı’ndayım, bu kez yıl 1995.. Fernaz hazırlık sınıfı korosunun bir adım önünde bu şarkıyı söylemişti, solo..Aslı, Fernaz gibi gülümsemeye devam ediyor; ben birini özlediğimi, diğerini sevmeye başladığımı hissederken..

Via Dante

*1: http://www.lastfm.com.tr/music/Sakin/_/kor+bir+ay
*2: hanımlar için not; İtalyanların çoğunda dikkat çeken şey (cüretkar giysilerinden sonra tabi) basen denen ama benim kabullenmemek adına Türk motifi olarak adlandırdığım çıkıntıların mevcut olmaması.. Bisikleti (aynı hanımlar rakamları okumayabilirler:) ) 52 kiloyu aştığımda Türk motifimin artmaması için almıştım üç yıl önce… Fakat bu motif yürümekle sıfırlanabiliyormuş, sadece onlardan değil kendimden de biliyorum… Zor değil, genetik miras filan da değil, çalışana kolay:) )
*3: Nişantaşı Anadolu Lisesi’nde EHSB (English High School for Boys) yıllarından bir gelenek. Bazı okullarda sınıf ablası vs. gibi uygulamalar mevcutsa da ‘prefect’lerin ceza ve ödül kartlarını imzalama yetkisi vardı, bu o öğrenciye tabi ki adamı ipten alıp ipe verebilecek bir yetki vermese de kendini bir şeylerden sorumlu hissettirirdi, prefect olmak öğretmenle öğrenci arası bir şeydi, özeldi. Biz hazırlıktayken gerçekten öyleydi, biz onlar kadar hissedemedik ama en azından biliyorduk ‘prefect’ olmanın ne olduğunu.. Altı yaş büyük birine bugün ağabey (Vedat Gür’e saygılar sunarım..) demiyorum ama Can Fırat her zaman Can Ağabey’dir benim için.. Muhakkak ki sekiz yıllık kesintisiz eğitim kararı sonrası, bu tip hoşluklar değerini yitirmiştir, yedi sene çocukluktan gençliğe geçerken birlikte büyümekle, ÖSS için şuursuzca test çözmece yıllarında yanında birinin oturması kıyaslanamaz.. Hala saklıyorum rozetimi, dopdolu yedi yıldan şık bir hatıra olarak..
*4 : http://www.youtube.com/watch?v=i7jG91sPvf0
Sözlükçüler güzel dataylandırmış, bir de buradan buyurun:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=que+sera+sera

14 Ekim 2008 Salı

kızgın güneş

3 ekim
Önceki gün Via Dante’nin köşesinde bir manav keşfettim. Elimde günlerdir almayı düşlediğim (cidden:)) tencerem*1, amacım patates kızartmak ve marketin kapalı olduğu bir saatte bu manava rastlıyorum. Signora, bana ayçiçek yağım olup olmadığını soruyor, gülerek ‘yok’ diyorum, bunun üzerine ‘Tencereni patatesini bana bırak, arka tarafta başka market var, ona git.’ diyor..Dediğini yapıyorum, döndüğümde yağı kontrol ediyor, bakalım doğru almış mıyım diye..Bugün de çilek almak için uğruyorum, coşkuyla ‘mia amica’(arkadaşım) diye karşılıyor beni, paketlerimi alıyor, oturmamı söylüyor..Eşi de yanında, Napoli’den olduklarını öğreniyorum.. Hemen dünya tatlısı kankam Cristian’dan öğrendiğim sözü patlatıyorum: ‘asgio capit*2!!!’ İtalyancam çat patken Napolitene geçmem onları çok mutlu etti:)
Çileklerimi alıp eve dönüyorum, yüzümde tebessüm var hala..İstanbul’da hangi manavı tanıyorum ben? Şirin bir Avrupa filminin içindeyim sanki..Kızgın Güneş*3 (Under The Tuscan Sun )adında bir film izlemiştim yazın tv8’de.. Amerikalı bir yazar, eşinden ayrıldıktan sonra arkadaşlarının ısrarı üzerine kafa dinlemek için bir tura katılıp Toskana’ya gidiyor.. Eski bir ev beğenip satın alıyor ve oraya yerleşip kitabını orada yazmaya karar veriyor..Tamirat vs. için konu komşu yardım ediyor Amerikalı kadına.. Film boyunca harikulade çiçek tarlaları ve özellikle yemek sahnelerinde renk cümbüşü kahkahalarla bir olup akıyor Toskana güneşi altında.. Genç bir kadının tek başına yeni bir şeylere başlamasına ve yavaş yavaş sabrettikçe her şeyin yoluna girdiğine tanık oluyoruz.. Yazar, ben ne yapıyorum tek başıma burada diye pes etme noktasına geliyor bir gün her şey üst üste gelince, ‘tren bir gün geçerse diye uzun yıllar önce raylar döşenmişti iki şehir (hangi şehirlerdi hatırlayamıyorum) arasına diyor bir İtalyan.. Buradakilerin dedikleri gibi ‘piano piano’*4.. İşte aynı sıcaklıkta, aynı telaşlarla, şaşkınlık,kimi zaman yorgunluk ama illaki neşeyle geçip gidiyor burada günler..2 eylül 2008 tarihine kadar tanıdığım, sevdiğim, güvendiğim hiç kimse yok yanımda.. Çileklerimi çikolata sosuna batırıp yiyorum yine fakat televizyonda Burhan Altıntop yok ama ‘üşüdün mü, yoruldun mu, ata bilelim mi, maça gidelim mi?’ diye soran, dediğini anlamayınca hemen sözlüğe davranan melek kankam Cristian var.. ‘Açlıktan ölmeni istemiyorum, sana yemek yapmayı öğreteceğim’ diyen Zisis ve artık benimle aynı dili konuşan Türk kızlar var.. Hatta iki tanesi yarın karşı odaya yerleşecekler..Yani yarın yeni aya yeni bir başlangıç yapıyorum. Hayırlı, uğurlu olsun insallah.



*: ‘bu zamana kadar yok muydu tenceren?’ demeyin, vardı. Ama gözüm tutmuyordu onu pek,o denli eski.. Bu arada tencere-kapak burada ayrı satılıyor, hatta kavanozlar bile öyle..öyle ki önceki gün bir kavanoz aldım kapakları ikili paket yapmışlar, o nedenle bir kavanoz ve iki kapağım var. Diğdem ve Aslı’ya kavanoz alırsanız çapı 86 mm olsun dedim:)Bir açıklama yapılmadığında çok komik görülebilir ama durum bu.. Acaba bizim evdeki kavanozlar kaçlıktı? Hatıradır getireyim 86’lık şık kapaklarımı,çok güzeller..

*2: ‘anladım’. italyancası ‘ho capito’..bu nece demeyiniz napolitendir. kankamız Napolili haliyle biz de sempatizanız:)

*3: http://www.yayinakisi.com/program/11137/kizgin-gunes.html

*4:yavaş yavaş..Çünkü burası İtalya..Hiçbir şey zamanında olmuyor, İtalyanların Türklere benzedikleri söyleniyor doğrudur; aradaki fark biz geç kalıyoruz diye acele ederiz, onlar piano piano:)

7eylül 2008

07.09.08
Cagliari

Yeni evimdeyim; ne büyük mutluluk..Geldiğimiz günden beri ev arıyoruz; il baratto’dan ,internetten..
Bugün ev sahibinin anne-babasından anahtarlarımı aldım ama kendi odamınkini değil, onlarda karşı odanın anahtarları varmış, yarın kızları gelince bana kendi odamınkileri verecek ve tam manasıyla yerleşmiş olacağım inşallah. Evimin ne kadar güzel olduğunu anlatmayacağım çünkü yazacak çok şey var; şimdi en başa saralım:
Uçaktan iner inmez şehir merkezine giden otobüse bindik.Sırtımda 5 kg’ a yakın çantam, ardımda 28 kg’lık çek çekli(yazınca komik oluyormuş:) ) bavulum ve benzer yüklerle Çağrı..Mustafa Hoca’ ya çok dua ettim, bütün yaz bana yaklaşık 20 kg’lık 16 tane numuneyle form tutturduğu için..50 kg olduğum düşünülürse, benim ebatlarımda bir kızın sadece kg hesabı yapıp pes etmesi mümkün:) 28+5 yükümle otobüse binerken kimse yardım etmedi ama halledebildim:)
Şehir merkezine geldiğimizde okula nasıl gidebileceğimizi sorduk. Ama hangi okul? Bize göre burası küçücük bir yer ve Uni. Delgi Studi di Cagliari’ye bile gerek yok, 'Universita?’ diye sorduğumuzda ‘şurası!’ cevabıyla çözülecek bir konu… Değilmiş:) Sadece Unica'nin bile her fakültesi baksa yerde..İkinci tesekkur de googlemap’e: Aldığım çıktıları gösterince sorun çözüldü, o sırada zaten okula giden bir öğrenci, ‘Benimle gelin’ dedi; düştük peşine. Çağrı, ben ve 28+5 kg. Önde de elini kolunu sallaya sallaya giden İtalyan öğrenci… O sırada Hakan’ın sesi kulaklarımda yankılanmaya başladı:’Işııııııııııııııl, ne işin var italya’da.. italyanlar çok kaba saba (burayı incelttim:)) insanlar..sen narin bir kızsın, yapamassın..’ ‘Yok artık Hakan’ demiştim ama bakıyorum Allah’ın Marco*’ su hiç oralı olmuyor, hani benim bavula bir el atmak filan..Taşıyabiliyorum ama yol bitmek bilmiyor, ne kadar daha gidebilirim bilmiyorum ve enerjim tükenmeden çözüm üretiyorum:Bir anda duruyorum ve ‘Aaay taşıyomıyoruuuuuuuuuuummm (çaresiz yüz ifadesi ile birlikte alınız) ve nihayet Marco bavulumu almayı teklif ediyor..oooooo çok ince, çok düşüncelisin...

On beş dakika içinde, dik merdivenlere geliyoruz; Çağrı bavullarla merdivenlerin sonunda bekliyor, ben Erasmus ofisine gidiyorum. Bekleyen en fazla on kişi var, biraz bakınıyorum sonra önümdeki kıza ‘Sadece bir kişi mi ilgileniyor? diyorum, Khalil’i gösteriyor. Khalil faslı bir öğrenci, Erasmus ofisinde çalışıyor. Beni diğer çalışanların da olduğu bir odaya alıyor, bana Il Baratto adındaki ilan gazetesinden ev bulunduğunu anlatan sevimli İspanyol Vitor ile bir saat kadar bekliyoruz, sonunda işlemler için yarın gelmek gerektiğini öğreniyorum. ‘Peki nereye gideceğim? Yurt?’ diyorum ve bir saat de onun için bekliyorum..Bu arada Çağrı Sardinya güneşi altında pembeleşiyor:)
Anna Maria’nın (Erasmus ofisi bşk) bize yola çıktığımız gün uçaktan inince bineceğimiz otobüs, kalacağımız yurdun adresi, oda no vs. her şeyi e-postayla (e-mail değil:) ) gönderdiğini öğreniyorum..Sonra Khalil’le birlikte Çağrı’yı alıp yurda geliyoruz ki bu, bir cümlelik iş değildir; Çağrıyı bıraktığım yeri (geldiğim yoldan dönmedik, hoş ordan dönsek de fark etmez:) ), nasıl hatırladığımı (bir meydan vardı ,mango vardı, sonra dondurmacılar ve merdivenler…) ve en üst seviyede bir tarzancayla nasıl anlatabildiğimi hala anlamış değilim..
Khalile Müslüman olup olmadığını soruyorum; bu, etobur bir Müslüman için çok önemli. Khalil çok sempatik, elini kalbine götürüp‘si’(evet), sonra ‘Yallah,yallah’ diyor.. Ramadan, Ramadan!!! Kitaplarını gösteriyor: ‘Öğrenciysen oruç tutmak zor..’ Et konusunu açıyorum Khalile, malum hayvanın etini yemediğimi fln.., cevap: ‘helal,helal!!!’

Burada özellikle Pakistanlılar İslami usullere uygun et işindelermiş, dönerciye de hemen ertesi akşam Günay’la gittik zaten:) İstanbul’da son gün ayıptır söylemesi kocaman bir dürüm döner yemiştim kankarellamla, burada bulamam diye.. Hatta döner önünde domates biberle bir tablo gibiydi, fotografını çekip duvar kağıdı yapsam mı, diye bile düşündüm..Döner tezgahı bende böyle heyecan uyandırabiliyor işte ama yine de 50 kiloyum nasıl bir organizmayım ki acaba…

Günay bir yıldır buradaymış, şu an burada kalan son Erasmuslardan..On beş gün sonra filan İstanbul’a dönecek. Ertesi gün kayıt sırasında ofisten onu arıyorlar, bizimle konuşması için, o gün buluşuyoruz ve o gün bugündür sağ olsun yanımızdan ayrılmıyor; hangi otobüse binilir, nerede ne yenir, her şeyi anlatıyor..Ama en önemlisi günlerdir bizimle saatlerce, ev ilanlarına bakıyor. Tek başına da değil, olağanüstü şirin kız arkadaşı Alessia’ yla.. Günay Il Baratto' dan bize uygun olabilecek tüm ilanları işaretliyor, sonra telefonu Alessia’ya veriyor. Biz sıkılıyoruz, onlar devam ediyor. Alessa hep gülümsüyor, Günay da ‘yılmak yoooooooook!’ diyor. Oturma iznine başvurabilmemız için kaldığımız evle kontrat yapılması gerekli ama çoğu ev sahibi yapmıyor ya da bir yıl için yapıyorlar; 6 ay değil..Zaten evlerin çoğu da tutulmuş, haftalık gazete o gün çıkmasına rağmen..Sonraki gün netten araştırma yapıyorum, bulduğum ilanları worde kopyalayıp sayfalarca çıktı alıyorum, doğru Günay –Alessia ikilisine..tam 50 ilandan en çok ilgimi çeken ve aklımda kalan Noemi’nin evi: yeri güzel, sadece kızlar var, adsl var, hersey var..ve aradığımız onca ilandan sona tuttuğumuz ev :Noemi’nin evi, şükürler olsun.




*:Adı Marco değil ,ne olduğunu da hatırlamıyorum ama İstanbul’da ,İtalya’ya gideceğimi duyunca heyecana kapılan hanımlardan biri İtalyan erkekleri ile ilgili şöyle bir bilgi vermişti: iki tipi varmış bunların;birincisi malumunuz, kızcağız da anlata anlata bitiremedi, toparlamak gerekirse hayal kahramanı filanlar, ikincisi ise Marcolar: ‘onları geç ,bizimkilere benziyorlar işte..(‘Beni İtalyanlara benzetiyorlar’ diye gururlanan arkadaşlarıma selam ederim:)

2 eylül 2008

02.09.08
Roma-Cagliari


Aşağı yukarı yarım saat sonra Cagliari’de olacağız. Şu an sağımda bir İtalyan La Gazetta dello Sport okuyor. Solumda ise Çağrı var ,bitkin ve sanki biraz şaşkın..

Yapılacak işler listesinin birinci sırasında okulu (Erasmus ofisini) bulmak var,sonra da kalacağımız yeri tabi..Yabancı bürosuyla olan işimiz bir hafta içinde halledilmeli..Daha bir dolu –meli /-malı var ..hadi bakalım hayırlısı:)