30 Kasım 2008 Pazar

Hola Barcelona, Gràcies Gaudi!

20 Kasım 2008

Girona’da on dört saat nasıl geçer?

Dört arkadaş çıktık yola*1,öğrenci işi gezi yapıyoruz; süslü anlatımı tercih edecek olursak belki bohem tarzı benimsedik belki çiçek çocuklara özendik.. Girona Havalanı’ndan Barselona’ya doğrudan otobüsler mevcut, diğer seçenekse önce otobüsle Girona’ya geçip ardından trenle Barselona’ya varmak.. Hep heves etmişimdir ama hiç trene binmemişimdir, birçok ilk gibi bu da Avrupa’ya kısmetmiş..Tabi bu uzun yolu tercih nedenimiz sadece anılarımıza anı katmak değil en ekonomik çözüm bu. Havaalanına iner inmez edindiğimiz broşürlerden bu yolu izlemeye karar veriyoruz. Karar verdik güzel, ama geriye geçirilecek on dört saat kalıyor; ne yapmalı? Evde olsak ne yapacaktık bu saatte, diyor birimiz. Cevap: Nette takılacaktık. Bunu yapmamız pek mümkün gözükmüyor gece boyunca, sohbet etmeye uğraşıyoruz. Yetmiyor, böyle durumlarda kitap ya da oyun kartı gibi şeyler bulundurmak lazım aslında ama zaten sırt çantası var yanımızda sadece ve getirebileceğimizin en azını yanımızda taşıyoruz. Dolayısıyla oyalanmak için sadece hayal gücü gerek: Kurtar bizi sessiz sinema!!!Kesinlikle çok eğlendik..Vaktimiz bol her filmi de biliyoruz, kitaba geçtik ‘Kolera günlerinde aşk’ı, ne kadar hastalık varsa saydırmak suretiyle bildirdi Aslı, Çağrı’ya.. Alice Harikalar Diyarında’ya kadar çıtamız düştü bir ara, ‘harika’ sözcüğünü saçımı bir o yana bir bu yana sallayarak anlatmaya çalıştım; ‘nasılım?’ sorusunun cevabı ‘güzelsin, havalısından; kendini beğenmiş, ukala, kibirlisine dönünce Harika Avcı’yı devreye soktum; oldu. Bu arada orada az sayıda da olsa yemek yiyen insan bizi izliyordu eğlenerek.. Çağrıdan rövanşı ona ‘Gırgıriye’de Şenlik var’ ı anlattırarak aldığıma inanıyorum.. En azından Adnan Şenses’in figürlerini az sayıda da olsa bilen İspanyol var artık…

Sessiz sinema bir yere kadar hepimiz biliyoruz ki burada uyuyacağız. İnsanlar havaalanında sabahlıyorlar; biz de öyle yapmayı düşündük ve gecenin bir vakti yiyecek bir şeyler alıp deri koltuklu kanepeleri olan kafeteryaya geçtik, geçiş o geçiş uyuyakalmışım...Nöbetleşe uyuyacaktık ama arkadaşlar epeyce dayandılar, bir ara mp3 çalarlardan birinden Oj nenna né *2 çalıyordu, sese uyandım: Gigi D’Alessio’nun albümü var Cristian’da,bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok güzel olduğunu söylemiştim. Eve dönüş şarkım oldu benim, sonra diğer Türk kızlar da sevdiler.. Artık sadece benim değil hepimizin Cagliari şarkısı bu ama artık adadan çıkma isteği öyle bir hale gelmiş ki uykumdan uyanıyorum bu şarkıda sanki Cristian beni eve bırakacak diye panikliyorum: Eve değil Barselona’ya gideceğim Cristian! Ama Cristian bağırarak şarkısını söylüyor ve ‘non asgio capit(anlamadım) diyor basıyor gaza.. Adadan çıkamadığımın kabusuymuş neyse ki gözümü açıyorum herkes masa başında sohbet ediyor, tekrar uykuya dalıyorum.. Bu sefer ‘Tüm şehir ağladı’ çalıyor, Aslının (ev arkadaşım değil, müzisyen olan) ablasına yazdığı şarkı bu..Yanılmıyorsam Aslı’nın ablası, zaman zaman uzak yerlere gidip uzun süre eve dönmüyor,bir kez geri geldikten sonra tekrar çekip gittiğinde bu şarkıyı çıkıyor: ‘Tüm şehir ağladı sen gittin diye, mecbur musun hep bu kadar uzağa gitmeye..’ İlk kez ayrı kaldığım ablamın doğum gününden beş gün sonra bu şarkıda uyanınca bir tuhaf oluyorum, özledim onu.



*1: Yola çıkarken giyilmesi ve sırt çantasında olması gerekenler: öncelikle yürüyüş ayakkabısı çok önemli, buna dikkat etmiştim, ayakları hiç ağrımayan tek kişi ben oldum. Mont/kaban, hava durumuna göre giyip çıkarabileceğiniz ince ve kalın hırka, yedek t-shirt, çorap, çamaşır; mevsime göre şal ya da atkı ve eldiven. Kızlar için tayt eğer kalınsa iyi bir çözüm hem çantada ağırlık yapmıyor hem ısıtıyor.. Küçük bir şemsiye, telefon ve fotoğraf makinesi için yedek pil ve şarj aleti, mendil, yara bandı. Bir de nevale çok önemli, orada hata etmişiz; sandwich hazırlanmalı kesinlikle.. Ama biz de çok sayıda kraker olsun, mini mini kekler olsun alıp çantalara dağıtmıştık; yetti bize.

*2: http://www.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA


21Kasım 2008

La Rambla: Titre ve kendine gel!!

Hedefe adım adım: Bizden önceki Erasmuslardan aldığımız tavsiyeler doğrultusunda, Barselona’ya varınca hostel bulacağız. Nerede? La Rambla’da..Neresi orası, Barselona’nın İstiklal Caddesi.. Otobüs ve treni kullanarak Barselona’ya varmıştık, La Rambla için de metro ağını kullanıyoruz.Metro çıkışında Katalan müzisyenlere kulak veriyoruz,ellerinde gitarları bizi selamlıyorlar sanki.. Nihayet La Rambla’ya çıktığımızdaysa şöyle bir sarsılıyoruz, öylesine bir enerji var ki bu caddede çarpıyor bizi. La Rambla; bin bir rengi, tüm dinamizmiyle karşımızda duruyor. Kendimizi almaya çalışıyoruz büyüsünden çünkü hostel bulmamız gerek, aslında bu internette önceden yapılabilecek bir şey ama gözümüzle görmediğimiz bir yere para vermeyi mantıklı bulmuyoruz; hem sağ olsunlar tecrübeli arkadaşların öğütleri de bu yönde, zaten La Rambla’da sayısız hostel mevcut. Hostellerin handikapı kız-erkek karışık kalınması ve biz bunu kesinlikle reddediyoruz, o nedenle biraz vakit alıyor bir yere yerleşmemiz ama buluyoruz üç kız bir odada kalınabilecek bir yer. Çağrı’yı da başka bir hostele yerleştiriyoruz, nasılsa onun böyle problemleri yok; birkaç güzel kızla aynı odada kalıyor gene.. Bu aramalar sırasında insanlar ve mimarinin yanı sıra farklı restaurantlar dikkatimizi çekiyor: Hintliler Türk yemekleri satıyorlar, Türk olmadıkları halde Türk isimli kabapçılar göze çarpıyor. Odaya yerleşir yerleşmez, teftişe gidiyorum; Cagliari’dekilerden iyi, bu kadar ama.. Sonra geçip dinleniyoruz odamızda, akşam bir La rambla gezisine hazırlıyoruz kendimizi..

La Rambla için ne demeli? Deli dolu,dopdolu ve her vaktinin tadı başka.. Ortada geniş bir kaldırım, taşıtlar için sağlı sollu birer şeritten oluşuyor bu cadde, yayalara ayrılan bu geniş kaldırımda performanslarını sergileyen soytarılar, sokak ressamları var. Biri Ronaldinho olmuş topunu sektire sektire merdiven çıkıyor, diğeri kim bilir kaç tane top çevirirken elinde aynı anda topuk dansıyla ritm tutuyor, bir başkası peri kızı. Kısa aralıklarla hediyelik eşya, envai çeşit hayvan ve çiçek satan dükkan var ve İspanyollar kadar farklı ülkelerden insanlar da geziniyor.. İstiklal Caddesine benzetilmesinin nedeni şehrin en işlek yeri, kalbi oluşundan,her saatinin ayrı bir rengi olmasındandır yoksa ne İstiklal Caddesi bu kadar ferah ne de çınlayışı kulağımdan gitmeyen kırmızı tramvayım akıp geçiyor dünya kalabalığını yara yara bu güzelim havada.. Kıyaslamak tadını kaçırır iki güzelin de.. Limana varıyoruz, denize hakkettiği ilgiyi ve saygıyı göstermiş bir liman burası..Akvaryum var ama kapalı o saatte, denizi gözden kaçırmayan cam cepheyle geçilmiş bir alış veriş merkezi de mevcut.. Ama alış veriş merkezi bizim önceliğimiz değil..(Bir pişmanlık kemirir burada içimizi, ah ahh..)

Önceliklerimiz Gaudi’nin eserleri elbette, ama kim es geçebilir Hard Rock Cafe’yi, süzülüyoruz kapıdan içeri; saksafonlardan oluşturulmuş dev bir avize karşılıyor bizi, ekrandaki U2 konseriyle birlikte. Hemen ilk kolonda Keith Richards’ın bilmem hangi konserde giydiği deri ceket asılı.. Bütün duvarlar birçok rock yıldızının imzalı gitarlarıyla süslü, alt katta Aerosmith için bir köşe oluşturulmuş. Tabi ki hatıra isteyenler için girer girmez solda bir hediyelik eşya dükkanı var; hemen herkeste olan Hard Rock Cafe t-shirtleri ilgimi çekmiyor pek, ama minik bir Hard Rock Cafe Barcelona rozeti alıyorum.


Yollar bizim vaktimiz bol; devam ediyoruz yürümüye epey sonra elimizde harita gezinirken kalakalıyoruz karşımızda Casa Batllo’yu görünce.. Biraz seyrediyoruz güzelliğini hayretle, sonra onu gündüz gözüyle görmek için ayrılıyoruz..



22 Kasım 2008

Bırak kararı rüzgar*1 versin!!!!

Casa Batllo*1’yu bulmak için ilerlerken sokaklarda, Aslı La Rambla’yı çevreleyen ağaçlara bakıp sonbaharın Barselona’ya yakıştığını söylüyor; bense güzün hüznünü göremiyorum sarı yapraklarda; sanki onlar salındıkça bu şehir göz kırpıyor muzipçe de güz atıveriyor hüznünü üstünden.. Sadece bahar var burada; başı sonu yok, süregelen bir neşe var belki de hep..

Derken dün geceki masalsı yapının aydınlık yüzü bize gülümsüyor, şehrin en neşeli yüzü Casa Batllo yine karşımızda. Gaudi’nin renk ve ışığın dansı için türlü oyunlarla tasarladığı Casa Batllo’ nun balkonları aşağıdan bakıldığında insan yüzünü andırıyor sanki, çatıdaki insan figürlü bacaları görmek için yolun karşısına geçmek gerekiyor. İçeri girmekse birçok turist gibi tarafımızdan da tercih edilmiyor zira fiyat oldukça yüksek. O nedenle bu rüyadan uyanıyor, öğrenci kartlarımızı göstermek ve daha makul bir ücret ödemek suretiyle başka bir rüyaya dalıveriyoruz: La Pedrara’ya..

La Pedrara, taş ocağı anlamına geliyormuş; cephesi dalgaların aşındırdığı taş yüzeyleri andırıyor, içinde de tek bir düz duvar yok. Girişte süreli sergiler gerçekleşiyor, bizim şansımıza karşı devrimci Alexander Rodchenko çıkıyor. Rodchenko'nun fotoğraf, resim ve çizimlerinin yanı sıra tasarladığı objeler de sergileniyor: Kırmızı –siyah satranç masası, satranca meraklı Didem’in ilgisini çekiyor. Diğer bir tarafta Gaudi’nin eserlerinin plan ve maketleri sergileniyor. Pencereden süzülen ışık dikkatimizi dağıtıyor, apartman boşluğundan gördüklerimiz bile bizi yukarı çekmeye yetiyor; dosdoğru çatıya çıkıyoruz. Peri bacalarını andıran yükselip alçalırcasına yerleştirilmiş bacaların arasından geçerken şehri seyrediyoruz. Sonra Japon turistlerle yarışırcasına fotoğraf çekmeye başlıyoruz, derken ‘Bir fotoğrafımızı çeker misiniz?’ diyor biri,Türkçe.. Çok tuhaf geliyor bize, sanki Türkçe sadece dördümüzün arasında kullanılan gizli bir dilmişçesine bakıyoruz genç adamın yüzüne.. Sonra ‘Tabi ki’ deyip fona la Sagrada Familia’yı alırken sonraki hedefe gülümser gibiyim. Buraya doymak ne mümkün ama hava kararmaya yakın artık inelim aşağı diyoruz ve bir aile yaşarmışçasına düzenlenmiş, dönemi yansıtan örnek dairenin içini geziyoruz. Mutfağından hizmetli odasına her bölümde, her ayrıntı düşünülmüş. Özellikle çocuk odasındaki ahşap oyuncaklara bayılıyoruz;o kadar canlı, o kadar sevimli ki her şey, gerçekten biraz sonra çocuklar odalarına döneceklermiş gibi..

Biz de sokaklara dönüyoruz neşeyle, dünyanın en çok turist çeken şantiyesi La Sagrada Familia’ya doğru yol alırken yorgunluğumuzun farkında değiliz. La Rambla’daki gençlikten pek bir farkımız yok, sonsuz özgürlük hissi ruhumuzu ele geçirmiş,bağıra bağıra şarkılar söylüyoruz her telden,aklımıza ne gelirse ama bir şarkı var ki sanki bugün tekrar tekrar söyleyelim diye yazılmış,özellikle de bu kısmı: İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı/Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı/Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı/Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı!!!! *Şarkının sözlerini pek bilememekle birlikte birkaç tekrardan sonra ben de katılıyorum: Her Günün Bir Güzelliği Var/En Güzel Anımdayım…

Gecenin karanlığında karşımıza çıkan La Sagrada Familia*3 şarkıyı bıçak gibi kesiyor. Ürkütücü bir hali var, Gaudi’nin ömrünün tamamlamaya yetmediği yapının. Yaklaşıp, dantel gibi işlenmiş yapıya baktıkça ‘zaten bir ömür yetmezmiş ki..’ diyoruz… Gaudi’nin vasiyetinde inşaatın devlet eliyle değil gelen bağışlarla sürmesi yazılıymış fakat bu hali daha çok turist çektiğinden projeye sürekli yeni şeyler eklendiği de söylenmiyor değil.. Bizse taklit edilemezliğinin devamına engel teşkil ettiğini düşünmüştük.. Öyle veya böyle akıl almaz detaylarla bezeli La Sagrada Familia*3’yı bir kez olsun görmek ve bambaşka bir şehirde öylesine keyifle amaçsızca gezmek gerek biraz da rüzgara kapılmışçasına… Söylenen hiçbir şeyi anlamıyor, sadece Hola ve grazies*4 diyebiliyoruz ama umrumuzda mı? Bir kısmı değil, işte tamamı son üç günün şarkısının, orada çok sevdim bu şarkıyı:

Bizim Bayramı Çocuklara Devredeli
Çok Düşünür Olduk
Bizim Tarih Eskidikçe
Çok Kasılır Olduk

Mam Lazım Dilimize Laf Geleli
Adam Olduk Sandık
Es Geçmeyi Üvey Bilince
Hep Boyumuz Uzar Sandık

İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı
Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı
Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı
Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı

Her Yaşın Bir Güzelliği Var
En Güzel Çağımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Her Günün Bir Güzelliği Var
En Güzel Anımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Bi Gel Yanıma İstersen
Tut Elimi Yeniden
Bırak Kararı Rüzgar Versin


*1: Kenan Doğulu’nun sanıyorum son albümünden, hep birlikte söylendiğinde çok daha güzel olan neşeli şarkı:
http://www.youtube.com/watch?v=QwXeitiv4BE

*2, *3: Gaudi kimi zaman müzisyenlerin ilham kaynağı olmuş:
2009’da Türkiye’ye gelip Portecho’yla çalışmayı planlayan Brazzaville’nin Casa Batllo’sunun sözlerine buradan ulaşılabilir:
http://www.brazzaville2002.com/
La Sagrada familia:
http://www.youtube.com/watch?v=jwaMqOawvLk

*4: hola, merhaba. Gràcies de tahmin edildiği üzere teşekkürler ama İspanyolca değil Katalanca..





23 kasım 2008

Park Güell’den A La Turca’ya son yirmi dört saat:


Son günümüze damgasını, görmeyi hevesle beklediğim Park Güell vuracaktı başlı başına ama tam olarak öyle olmadı.. Bugüne en baştan başlayalım:


Günün programında öncelikle Park Güell, sonra da Picasso Müzesi var. Fakat farkında olmadığımız gerçek şu ki bugün Pazar ve öğleden sonra müzeler kapalı.. Dolayısıyla hem Dali hem de Picasso’yla vatanlarında rastlaşamama gibi bir hayal kırıklığı yaşadık. Gündüz gözüyle Park Güell’e çıkma hevesim yüzünden sanırım kabahatin çoğu benim, önceliği müzelere verseydik böyle olmayacaktı belki ama napalım canımız sağ olsun.

Bu kadar hevesli olmamın sebebi kesinlikle gelmeden kısa bir süre önce izlediğim bir film: ‘İspanyol Pansiyonu’ adıyla gösterilen L'auberge Espagnole*.. Erasmus’la bir yıllığına Barselona’ya gelen gencin baştan sona (sayısız evrakla boğuşması, ev arama süreci, farklı ülkelerden altı ayrı gençle birlikte yaşaması, arkadaşlıkları, kafa karışıklıkları ve bu tatlı hayatın da bir sonu olduğu gerçeği, buna da uyum sağlaması gerektiği vs..) yaşadıkları, şu anda buna karar verebilecek konumda biri olarak söyleyebilirim ki, sahici bir dille anlatılmıştı. İzlerken bir Erasmus’a katılma, bir de Barselona’yı görme isteğinin insanı dürteceğini düşündüğüm filmden aklımda kalan en güzel fotoğraf park Güell’di. Park Güell, Gaudi’nin gördüğümüz diğer üç eseri gibi şehrin işlek yerlerinden birinde değil. Nedeni; başlangıçta bu alanın sadece elit bir kesimin faydalanacağı, Gaudi’nin elinden çıkma konutlardan oluşan bir yaşam alanı olarak düşünülmesi fakat hem Gaudi’nin beklenmedik ölümü hem de maddi gücü yetecek kesimin burayı uzak bulup tercih etmemesi projenin hayata geçirilememesine sebep olmuş.. Kadere bakın ki şimdi zengin, fakir, genç, yaşlı dünyanın her yanından insanın saatlerce kalabileceği bir parka vermiş iş adamı Güell adını, lüks konutlar yerine..

Park uzak olsa da ulaşılmaz değil, en azından günümüzde. Metrodan Lesseps durağında inip ilerliyoruz, sonrasında haritamızı açıp yönümüzü bulmalıyız; bu bir yöntem ama hata payı var. Mükemmel yöntemin Japon turistleri izlemek olduğunu düşünüyorum açıkçası, zaten biz haritayı evirip çevirip konuyu karara bağladıktan sonra da onların peşi sıra gittiğimizi fark ediyoruz. Bir Japon’un peşine takılıp dünya gezilebilir bence, mümkündür bu...
Yeşillikler arasına gizlenen yürüyen merdivenler yardımıyla çıkıyoruz dik yokuşları ve böylece varıyoruz görmeyi iple çektiğim parka. Şehri ve Hansel ve Gratel’in evlerini andıran yapıları seyredebileceğiniz, rengarenk mozaiklerle süslü bankların kıvrımlarla kuşattığı çok büyük bir balkon burası… Aklıma yine İspanyol Pansiyonu geliyor, Barselona’da yaşama ihtimalim olsa kesinlikle sık sık geleceğim bir yer olurdu deyip Cagliari’de tanıdığım birçok kişiyle tanıştığım yer olan Bastione’deki eylül gecelerini anımsayınca birkaç dakika içinde bulunduğum bu parkta kendimden bir şeyler buluyor ve bu yüzden sadece beğenmiyor, seviyorum da burayı.. Gelirken olduğu gibi dönerken de bu kentten aklımda kalan en çok bu fotoğraf olacak çünkü içinde yaşanılıyor, ulaşılıp dokunulabilir, paylaşılabilir bir güzellik ama biz yine de seyirlik kısımlarını da es geçmiyoruz: Şehrin sembollerinden olmuş mozaik kertenkelenin su fışkırttığı havuzun etrafına dizilip objektife gülümsüyoruz. Şekerdenmiş gibi görünen hediyelik eşya dükkanını geziyoruz, öncesinde de aşağıdaki yüksek kolonların arasında Çinli bir müzisyenin gitarına kulak veriyoruz.

Park Güell’den sonra da bir şeyler yaptık elbet ama sözü daha fazla uzatasım yok. Yazının buradan sonraki kısmı artık ne Barselona’dır, ne Gaudi.. Tek bir cümleyle de özetlenir aslında, her bir sözcüğü diğerine kilometrelerce uzakken dört duvar arasında buluşan, kaynaşan ama farkındaysanız sevmiyorum özetleri..


Akşam yemeği için ne yiyeceğimize karar vermiş değiliz, önceki akşam yediğimiz tapastan pek hoşnut kalmadığımızdan artık macera aramıyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi sıra sıra kebapçılar var ama lezzette sınıfı geçmiş değiller. Bir de Türk olmadıkları halde dükkanına Turkuaz ismini veren ya da tabelasına nazar boncuğu iliştirenlere tepkiliyiz.. Aslı azim içerisinde hepsini gezip ‘Türk müsünüz?’ diye sorup duruyor ta ki A la Turca’ya gelene kadar.. Biz Didem’le sohbete dalıp ilerlemişken Aslı’nın heyecan içinde bize seslendiğini duyuyoruz; sonunda bulmuş! Atilla Ağabey, ‘Kardeşim gelin bir çayımızı için’ dediğinde nasıl da gurbetçi hissediyoruz kendimizi, şaşkın şaşkın gülüp geçiyoruz içeri.. Bildik demleme çay içiyorum üç aydır ilk kez, eşikten içerisi Türkiye sanki.. (Almanya’da olsak bunu her gün yaşardık, ama Sardinya’ da imkansız.) Bilmediğim bir müzik kanalı açık televizyonda; Türkçe şarkılar çalıyor, hemen hepsine eşlik ediyoruz. Atilla Ağabey (A la Turca’nın sahibi) Faslı arkadaşıyla birlikte, bizimle özel olarak ilgileniyor; bizzat hazırlıyor Adana kebapları…

Çok sıcak bir ortam var A La Turca’da, gecenin geç saatlerine kadar orda kalıyoruz. Karşı masada İsveçli tatlı bir kızla Norveçli bir genç oturuyor. İsveçli kız gelip bizimle tanışıyor, İsveç’te Türk arkadaşları varmış, onlardan bahsediyor. Sonra iki masa karşılıklı atışmaya başlıyoruz; bir İskandinav, bir Türk şarkısı… Atilla Ağabey, Norveçli genci gösterip ‘Bir dinleyin, başka yerde bulamasınız!’ dediğinde herhalde Türkçe birkaç sözcük biliyor onu söyleyecek diye düşünüp nezaketen gülümsüyoruz ama kalakalıyoruz söylediği şarkıyı duyunca:Tam şivesiyle; ‘Ben senu sevdiğimu dünyalara bildirdum.. '

Norveçli Håvard, Barselona’da müzik eğitimi alıyor ve çello çalıyormuş, farklı kültürlerin seslerine meraklı, müzik festivallerini geziyor. Türk müzisyen arkadaşlar da edinmiş kendine. Adını yazıyor bir kağıda facebooktan onu ekleyelim diye.. Sonra bize bir Norveç şarkısı öğretiyor, o kadar hevesli ki öğretmeye sözlerini anlayamayız nasılsa diye melodiyi ezberletip kanon yaptırıyor dördümüze. ‘Ebruli’ çalarken fonda Atilla Ağabey Norveçli kızla bachata yapmaya başladığında, Håvard da yerinden kalkıp çellosunu kutusundan çıkarıyor ve şarkıya eşlik etmeye başlıyor. Biz de büyük bir zevkle katılıyoruz: Benim adım ebruli biraz gerçek biraz hülya, yalanımı sevsinler aşksız dönmüyor dünya..
Türkçeyi de İspanyolca gibi seri konuşan Atilla Ağabey bütün gece dinmeyen enerjisiyle Almanya’da geçen çocukluğundan, Polonyalı kızlara, Katalan kültüründen Fas’ta yabani ot gibi biten kenevire pek çok konuya değiniyor ve bir yandan da dilinden düşürmüyor Almanya’da ardında bıraktığı babasını ..


Başımız dönmedi değil; Barselona, Adana, İsveç, bachata, Norveç, çello ve ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim…Yolunuz düşerse bir gün Barselona’ya gezeceğiniz yerler belli aşağı yukarı, listeye bir de A La Turca’yı ekleyin derim, Atilla Ağabey’e de sevgilerimizi, selamlarımızı iletin..






*:2003 yılında İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş, ödüllü bir film bu arada. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=l%27auberge+espagnole&nr=y&pt=ispanyol+pansiyonuhttp://www.youtube.com/watch?v=LBKilZSC6sQ








Hiç yorum yok: