Ocak-Mayıs 2009
25-26 Aralık 2008 Stuttgart
Tübingen ve Stuttgartt’da mimari, coğrafyanın etkisini net bir şekilde hissettiriyor: Soğuk şehrin sert, keskin hatlı, soğuk mimarisi.. İnsanları deseniz aynı.. Ama bu soğukta gülümsemek de kolay değil hani, yüzüm donuyor.
Bu sabah hostelimizi değiştirdik, sadece bir günlüğüne rezervasyon yaptırmıştık öncekinde, beğenirsek kalacaktık bugün de ama tüm odalar dolmuş. Önceki bildik bir gençlik hosteli havasındaydı; renkli bir giriş, güler yüzlü bir resepsiyon görevlisi, internet bağlantısı olan birkaç bilgisayar ve odalarda teferruatsız ranza-gardrop ikilisi.. Yeni hostelimizdeyse, resepsiyon görevlisinin hemen arkasındaki duvarda dev bir itfaiyeci giysisi asılı, parıl parıl parlıyor turuncu kostüm. Bir satranç masası var küçük holde; Murat’ın israrıyla şampiyonlar şampiyonu Didem, İspanyol bir kızın karşısına geçiyor çıkarken. Şaka değil, Didem bu konuda gerçekten başarılı, ödülleri varmış. Didem ayaküstü kızı yenip masadan kalkınca Gabor’u almaya gidiyoruz... Diğdem arabadan inip Gabor’ un yanına gidiyor, onu alıp getirecek, Murat da radyoyu kurcalıyor. Bir ses ki o da ne: Bayhan!!! Biz adı neydi, hani elini nasıl tutuyordu şarkı söylerken filan diye hafızamızı zorlarken Gabor biniyor arabaya haliyle Türkmüziğinin son temsilcisi olarak Bayhan kazınıyor kafasına...
İlk durağımız Potsdamer Platz. Yıkılan duvarın bir kısmının anıtsal olarak bırakıldığı yerlerden birisi bumeydan ve aynı zamanda birleşik Berlin’in merkezi. Duvar kalıntılarının yanındaki panolarda açıklamalar yer alıyor.
Yelkovan on ikiye değdiğinde ne mi oluyor? Astronomik saatin önünde toplanılıyor. Her saat başı, iki kapak açılınca küçük pencereler çıkıyor ortaya ve 12 havariyi temsil eden kuklalar sırayla görünüyorlar. Altın yaldızlı horozun ötüşü bitiriyor gösteriyi. Bir saat sonra yeniden.. Güneş, dünya ve ayın konumlarını gösteren saatin her iki yanındaki kuklaları da unutmamak gerek; söylendiğine göre bu dört kukla, dört zaafı simgeliyormuş: Elinde aynası olan adam kibri, Yahudi olduğu söylenen ve altın kesesi taşıyan cimriliği, hırsı; iskelet yaşama karşı isteksizliği.. Peki ya dördüncü? Elinde mandoline benzer bir çalgı olan sarıklı adamın Türk olduğu söyleniyor. Neyi temsil ediyor derseniz, eğlenceye düşkünlüğü.. Zaafların hemen altında insanların yönelmesi gereken kavramları da şeklediyor saat; bilim, adalet, astronomi ve eğitim.
Bu benzersiz saati (aslında dünyada başka astronomik saatler de var ama hiçbiri böylesine detaylı değil) yapan Hanuş Usta’nın hikayesine gelince, saat kadar ilgi çekici: İnsanlar sadece saati görmek için Prag’agelmeye başlar, Hanuş Usta’nın ünü yayıldıkça başka ülkelerden de yeni saatler için teklifler gelir fakat Usta bu teklifleri kabul etmemekte kararlıdır. Bu özel saat sadece Prag’da olacaktır, buna rağmen kral tedbiri elden bırakmaz ve ustanın gözlerini dağlatır. Hanuş Usta*7 da intikam almak için kendisini saat mekanizmasına bırakarak intihar eder. Amacı saati bozmaktır, bozar da; yaklaşık elli yıl sonra tamir edilebilir saat.Alkışlar eşliğinde havariler içeri girdiğinde dağılıyor saatin önündeki kalabalık. Biz de bir İrlanda barına geçiyoruz. Son çeyreği unutulmaz bir yılı uğurlarken keyifle, Diğdemle sohbetimiz koyulaşıyor. Bir ara, on beş yaşımdan beri en sevdiğim şarkı Time of your life’ ı çalıyor nereli olduğunu bilemediğim müzisyen.. O zamandan bu zamana çok değiştiyse de bu şarkı aynı kaldı benim için diye düşünüyorum; sanki insanlar, olaylar Hanuş’un saatindeki kuklalar misali geçip gidiyorlar da şarkılar kalıyor: It’s something unpredictable but in the it’s right, I hope you had the time of your life…
...
Prag şehri ismini, “Ağaç yetişen yer” demek olan Praziti’den alıyor, güzelliğiniyse hüznünden.. Nazilerin bombalamaya kıyamadığı şehir diyorlar; 1938’deki Münih anlaşmasıyla Prag bombalanmadan düşüyor..
Prag Kalesi’nden (Hradcany) başlıyoruz, Kale Meydanı tepeden tüm şehri gören bir konumda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı burada, şehrin her yerinden görülen ihtişamlı kuleleriyle St. Vitus Katedrali, müzeler, galeriler.. İşaretleri izlediğimizde Golden Lane’e varıyoruz: ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok’ diyen Kafka’nın yaşadığı sokak, bir de simyacıların.. Önceleri kalenin korumalarının yaşadığı dar sokak, sonraları kuyumcuların merkezi olmuş; konum itibariyle krala yakın olduğundan olsa gerek asıl meselenin simya olduğu konuşulur olmuş; söylenen o ki altın ve yaşam iksiri yapsınlar diye yerleştirilen simyacılar yaşamış bu sokakta Kafka’da üç asır önce..
Şimdiyse hediyelik eşya dükkanı olmuş buradaki pastel renkli evler...
Tekrar Eski Şehir Meydanındayız; kuleleriyle ünlü Tin Kilisesi, meydanın ortasında engizisyon karşıtı olduğu için yakılan rahip Jan Hus’un heykeli gündüz gözüyle görülüp tek tek fotoğraflanıyor. Şehrin kalbinden akan Vlatava nehri ise bir şiir, onun fotoğrafı doğrudan kartpostal yerine geçiyor ve bu fotoğrafın çekildiği nokta da muhakkak ki Karlov Köprüsü (Karlov Most/Charles Bridge..).
Vlatava Nehri’nin üzerindeki ana köprü Karlov Köprüsü’nde beklediğimiz üzere insan akını var, ressamlar ve diğer sokak sanatçıları dikkat çekiyor. İki Japon kızın tuhaf dansı günün en çok ilgi çeken performansı ama köprünün en önemli süsü sağlı sollu devam eden heykeller.
Aziz John Nepomuk heykelinin bronz rölyefine dokunulmasının uğur getirdiğine inanıldığı için rölyef artık parlıyor... Bir başka ilginç heykel de bizi ilgilendiren bir çalışma, Avrupa’nın zihnindeki Türk’ün üç boyutlu hali: İçinde acı dolu gözlerle bakan insanların (Osmanlı’nın esir aldığı Hristiyanlar’ı temsil ediyorlarmış.) olduğu bir zindanın önünde elinde kılıcı, pala bıyıklı, sarıklı, göbekli bir yeniçeri nöbet tutuyor. Savaşta öldürmek, esir almak sanki Türk icadı; sanatla nefretin daim kılınmasına bozulmuşken ekşisözlükteki bir yoruma katılmadan edemiyorum: ‘Bu heykele bakınca bizden ödleri patlamış bir zamanlar deyip hayretler mi etsem, Avrupa insanının Türkleri 2005 yılında da bundan çok farklı düşünemediklerini hatırlayıp üzülsem mi bilemiyorum.’
Biz de Çekler hakkında şahane şeyler düşünmüyoruz açıkçası, Almanlara ‘soğuk’ dedik; karşılaştığımız Çeklere de öyle ama bu yetmezmiş gibi kabalar da.. Yol sorduğumuz büfedeki adam bağırarak cevap veriyor sonra pineklemeye devam ediyor, satıcılar son derece aksi genel olarak.. ‘Müşteri velimettir’ ilkesiyle pek ilgileri yok. Yine de zevkle geziyoruz kuklacı dükkanlarını kutlama öncesi hostele dönmeden önce..
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, dilencilerin özgün bir tarzları var: Yere kapanıyorlar. O soğukta kaldırımlarda alınları yere değer pozisyonda bekliyorlar. Küçük bir tası önlerine bırakıp yanlarında köpekleri, çizgi roman okuyan Sardinya dilencilerinden sonra çok farklı geliyor tabi. Hiç aklımdan gitmez Piazza Yenne’deki dilencinin olağanüstü havalı kız arkadaşı, para kasesinin yanında birlikte beklerlerdi bazen.. İki ayrı dünyanın insanları işte, aynı işi yapsalar da...
İtalyanlar hiç aklımızdan çıkmıyor çünkü her yerdeler.. Gürültünün, kahkahanın geldiği yöne kafamızı çeviriyoruz Stare Mesto’da, tabi ki oradalar.. Hatta Sardinya bayraklı bir grup da gördük. Meydanda çeşitli milletlerden insan var ve açıkça görülüyor ki en çok eğlenenler İtalyanlar ve sonra da İspanyollar...
Kutlama için küçük bir sahne kurulmuş, üç rahibe kıyafetli kadın şarkı söyleyip dans ediyor, ardından Madonna taklidiyle biri geliyor sahneye.. Muhtemelen meşhur insanlar bunlar, gecenin ilerleyen saatlerinde eğlenceyi başka bir şarkıcıya devrediyorlar. Önümüzde İngiltere’de yaşayan genç bir Afgan var. Bavullarının yanlışlıkla İstanbul’a gitmekten son anda kurtulduğunu anlatıyor bana ‘Türküm’ dediğimde ve Müslüman olduğumu öğrenince de ayrıca mutlu oluyor.. Bir saat kala yani Türkiye artık yeni yıla girmişken ailemle konuşuyorum, bana göre tam on ikide beni arayacaklar. Günün en şaşırtan yeni yıl mesajı da geliyor aynı dakikalarda: Ekim ayından beri görmediğim, tanıdığım en nazik Çek, Hynek.. Gülüyorum, bil bakalım nerdeyim şimdi, diyorum ona: İkimiz de Prag’dayız! Yeni yıl beklenmedik hoşluklarla dolu olsun...
İki seçeneğimiz var yeni yıla girmek için; Karlov Köprüsü’ne koşmak (çünkü meydandan Karlov muhtemelen yarım saat sürecek o insan selinde) ya da meydandaki konsere katılmak... Yani havai fişekleri Vlatava’nın üzerinde mi alırsınız; Hanuş’un saatinde havarilerin geçit yaptığı an sivri kulelerin üzerinde, şarkılar eşliğinde mi? İlk seçenekte yolda kalma olasılığımız yüksek; olduğumuz yerde kalıyoruz..
Yeni yıla saniyeler kala geri sayım başlıyor coşkuyla; karanlık kulelerin çevrelediği meydanda alev kırmızısı giyinmiş yeni yıl kulubelerinin ışıklarını gölgede bırakıyor ardı ardına atılan havai fişekler.. Sivri kulelerin de tepesine çıkıyor ışıltılar, herkes birbirine sarılmışken patlayan her fişekte yeni bir dilek dileniyor... Bense telefonuma bakıyorum; çalmıyor.. Çalamıyor çünkü. Ailemle konuşabilmem ancak bir saat sonra mümkün oluyor.. Ev arkadaşım, yol arkadaşım Diğdem’le birbirimize sarılıyoruz biz de..
Hava sıcaklığı ile yaşamın tadı ilişkisi aklıma takılıyor yine; içimizi ısıtan şeyler uzaktayken zaten çok da fazla tadına varamıyoruz sahip olduklarımızın, diye düşündükten bir süre sonra kar zerrecikleri usulca dokunuyor yanaklarımıza; ‘yılbaşında kar yağsa keşke’ dediğimizi işitmiş gibi... Bakıyorum da belki de ilk dileğimiz gerçekleşti bile, her zaman her şeyin dört dörtlük olması zor ama küçük hoşlukları fark ettiğimizde bir kar tanesi de içimizi ısıtır belki..
Hepimize mutlu yıllar!
1 Ocak 2009, Prag
Yeni yılın ilk sabahı, yorgun meydan tertemiz bir havaya uyanmış.. Sahnede bir soprano var ve pek de ilgi çekmiyor doğrusu. Bütün ilgi yılbaşı kulübelerinden gelen nefis kokularda desem yalan olmaz.
Tatmak isteyip de ertelediğim bir şey vardı; yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat derlerse de bu trdlo denen oldukça basit ve lezzetli tatlının bir bileni var mı diye araştırdım internette. ‘Trdlo nasıl yapılır?’ videosu görünce heyecanlandım birden ama gördüm ki hiçbir formülü vermiyor maalesef. Geleneksel Çek tatlısı trdlo için hamuru metal bir ruloya sarıp ateşte pişiriyorlar gözünüzün önünde; sonra da şekere, vanilyaya filan buluyorlar sıcakken.. Halkalar halinde elinize tutuştuyorlar bir peçeteyle.. Elimizde trdlo son kez dolaştık Stare Mesto’yu, bir de Vaclavske Bulvarı’nı.
Eski şehrin derin ve karanlık yüzüne, mağrur güzelliğine inat Vaclavske Bulvarı son derece parıltılı. Praglıların Sovyet tanklarına karşı koyduğu bulvarda komünizm müzesi, sayısız mağaza, oteller ve Mcdonald’s var ve kendisini yakan üniversite öğrencisi Jan Palach’ın anıtı da müze de McDonald’s ve mağazalar kadar ilgi görmüyor.
Yeni evli bir çift geziniyor sokaklarda, pek çok turist sayısız fotoğraf karesine bir de onları ekliyor. Fonda Prag; zarif gelinliğinin üzerinde kürkü, elinde turuncu çiçekleriyle çekik gözlü gelin hanım ve yakasında yine turuncu çiçekleriyle damat bey objektiflere gülümsüyorlar. Masal şehir albümümüzü, bir mutlu son fotoğrafıyla noktalıyoruz.
Öğle saatlerinde Hynek’ten bir mesaj daha alıyorum; saat beşte Karlov Köprüsünde yeni yıl için yine havai fişek gösterisi olacak oysa biz çoktan Elma Yanak’la vedalaşıp dönüş yoluna çıktık bile.. Radyo açık, eğlenceli bir parça çalıyor ve Didaa the Second çıkarıyor kuklasını sahneye..
Hayatımızın belki en renkli, bir o kadar da riskli* ve yorucu, birazı puslu birazı ışıltılı gezisini noktalarken son birkaç aydır geçtiğim yollara bakıyorum. Kendime ait bir ‘Sever mişim meğer’ şiirini birleştirmeye çalışıyorum ama tamamlamıyorum, ne de olsa yol devam ediyor.. Ada’ya geri dönmek var, unutamayacağım huzurlu sokaklarda dolaşmak, trenden indiğimde sanki ada da bizi özlemiş diye düşündüren harika havayı solumak, dönüş için geri sayımı başlatmak.. ve İstanbul’a varmak var, artık yepyeni bir yola çıkmak için...
*1: Sihirli Kentin Firarisi, Müjdat Sönmez. Epsilon Yayınevi
*2: Dönmeden son gece yakın arkadaşlarımla bir önceki gece bir barda toplandık. Özel günlerde Nuh’un gemisini toplar gibi birbirini tanımayan insanları bir araya getirmeyi anlamsız bulurum, o nedenle çekirdek on kişiyle çıktık son gece. Nina eylülde İtalyanca kursuna birlikte başladığım bir arkadaşım, fakat bayramdan sonra hiç görüşmedik, ne zamandır birbirimizi arayıp sormadığımız için geceye çağırma konusunda tereddüt ettim, sonra da kargaşadan unutuvermişim.. Sonra ‘keşke’ dedim, bir görüşseydik.. Toplandığımız gece Esmée gecikince merak edip aradım, telefonum çekmedi sokağa çıktım bir de baktım üç aydır görmediğim Nina oradan geçiyor. Ne güzel bir sürprizdi ikimiz için de bu son dakika tesedüfü... Yılın böyle devam etmesini umuyorum.
*3: Las Vegas'ta Main Street Station otelinin erkekler tuvaletinde, Brüksel'de Avrupa Parlamentosu binasının önünde, Montréal'de Dünya Ticaret Merkezi'nde, New York'ta 53. caddede, Vatikan bahçesinde, Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi binasının önünde duvarın parçaları sergileniyormuş.
*4:http://www.yapi.com.tr/Haberler/eisenmanin-yahudi-soykirimi-aniti-10-mayisda-berlinde-acildi-_26779.html
http://www.mimdap.org/w/?p=1371
*5: Severmişim Meğer’i de sözlükte bulabilirmişiz hem de İngilizce’ye çevrilmiş haliyle bile:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=severmi%C5%9Fim+me%C4%9Fer
*6: Tom ve Marek’in Cagliari öncesi Siena’daki İtalyanca kursunda hazırladıkları videoyu sınıfta hep birlikte izledik, youtube’a 'corsa a siena' yazdığınızda bu delilerin videosuna siz de ulaşabilirsiniz.
Daha önce bahsi geçen, günlüğümü okumak isteyip de okuyamayan arkadaş Tom’du, onun benim blogumda yaşadığı zorluğu anlamak isterseniz :
http://vakys.blog.cz/
*7: Eve dönene kadar ben de saatin 15.yy sonlarında Hanuş’un ellerinden çıktığını sanıyordum fakat ilk parçaları 1410 yılında Mikuláš of Kadaň and Jan Šindel, tarafından yapılmış.
http://en.wikipedia.org/wiki/Prague_Astronomical_Clock#History
*:Delifişekte; Coğrafya serserilere özgü bir derstir, derdi Vasconselos. Coğrafyayı karışlamaksa mevzu bahis evet serserilere özgüymüş; dönüş yolunda dürdanenin emrinden nasıl olduysa çıktığımızda eğer bir şekilde pembe çizgiyi tekrar yakalayamasaydık kimsenin geçmediği o otobanda donabilirdik. Köln’deki tren istasyonunda içeri bağıra çağıra girip Didem’in yanına oturan adam bir anda kendisini yere fırlattığında, cebinden sıyrılan metal çubuğun parlamasıyla korkudan yaprak gibi titrerken serseriliğin dibine vurmuş olduğumuzu düşündüm, pozisyonumu bozmamak için hala kitap okuyordum o kaçık tek kelimesini anlamadığım şarkısını söylerken ama dikkat çekmemek için sayfayı kolay kolay çeviremiyordum da, bulunduğum karede nazenin ifademle amatör bir fotomontaj gibi mi duruyordum acaba yoksa resmin herhangi bir parçası mı olmuştum artık? Ama yine de o anı bile gülümseyerek hatırlıyorum; evet Bastione’yi çok özlüyorum, kahve ve dondurma kokan Piazza Yenne’yi, Via Dante’yi, gece dönüşlerimizde Tandem’den aldığımız harika pizzanın tadını.. Ama aslına bakarsanız şu an daha önce geçmediğim bir sokağı özlüyorum en çok. Kaybolmayı, konuşabildiğim hiçbir dili bilmeyen insanlarla anlaşmaya çalışmayı (Çağrı’ya, Çinlilerden üç delikli priz için dönüştürücü almamız gerekmişti ilk günlerde; derdimi resim çizerek anlatmıştım hiç unutmam..), sonra hiç umulmadık bir anda bir Türkle karşılaşıp şaşırmayı ya da bir yabancının hikayesini dinlemeyi..(Barselona’da tanıştığımız herkesin bambaşka hikayeleri vardı şüphesiz; Bastione’de ney çalan bir Sardo Konya’ya gitmeyi düşlüyordu; hele bir de Amerika’da tanıştığı Sardinyalı kızla evlenen Türk gencinin evliliğini kurtarmak için yaptıkları(mız) vardı ki özel hayata saygım nedeniyle bu film tadındaki macerayı paylaşmıyorum..) Fark ettiğim şu ki tüm şehirlerde bizde en çok yer eden gördüklerimizden çok, dinlediğimiz hikayeler ama en çok da başımıza gelen tuhaf şeyler... Tabi ki bunları yaşamak için biraz risk almak gerekiyor, bir tura katılıp rehberi dinleyerek gezmek tabi ki daha güvenlidir ama böylesi çok daha keyifli..
Aslına bakarsanız risk her zaman vardır, ama kahkaha keyifli anlarda geliyor ve o anları delifişekler azıcık yoldan çıkarak kolayca bulabilir. Bu bağlamda biz de hafif deli, biraz serseriymişiz Almanya yolculuğunda lakin coğrafya kesinlikle serserilere özgü bir derstir efenim ve aslında çok keyiflidir.