31 Ekim 2009 Cumartesi

Gecikmeli bir yol hikayesi: Almanya - Prag Notları


Adadayken yazılarımı biter bitmez yayınlamaz, bir süre bekletirdim; ‘demlensin biraz’ derdim.. Ortalama bir on gün bekleyebilirdi her yazı mesela ama sanırım artık abartmışım.. Demlensin diye değil geniş vakitler ayıramadığımdan; kabul etmeye bir süre yanaşmasam da artık Erasmus öğrencisi değilim ve hatta öğrenci de değilim.. (bu konulara da bir ara değinmeli ama bu yazı bitmeden olmaz..)
Sık sık güncelledim bu satırları, son dokunuşum mayıs ayında olmuş.. Artık daha fazla ekleme-çıkarmaya tabi tutarsam hiçbir zaman bitmeyeceğinden endişe ettim ve parmaklarımı klavyeden kaldırdım.


Ocak-Mayıs 2009


Erteledikçe gözümde büyüdü, notları toparlamak. Aslında çok içimden gelmedi belki yazmak, son günlerimi bilgisayar karşısında geçirmek istemediğim için olabilir.. Unutulmaz anları bir haftaya sığdırmakla birlikte yorucu bir yolculuktu, yazmak da kolay değil hani... Yine de madem düştük yollara ve sayfalarca not var elimde hevesle kaydettiğim, azmedip bitirdim sonunda..

Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyan pek çok kişi gibi Diğdem’in de en çok görmek istediği şehirlerden biriydi Prag ve yılbaşında Prag’da olmak kesinlikle güzel bir fikirdi. Öte yandan bir adada yaşamanın en büyük handikapı ulaşım seçeneklerinizin kısıtlı olması muhakkak, doğrudan Cagliari’ den Prag’a uçmamız o tarihte mümkün görünmüyordu. Öyleyse maceraperest gençlerin çözümü hazır: Gece treniyle adayı bir uçtan bir uca (Cagliari’ den Olbia’ya) geçip sabahın ilk ışıklarıyla Stuttgart’a uçuyor ve ekibe Tubingen’deki Erasmus öğrencisi arkadaşımız Murat’ı da katarak bir araba kiralıyoruz; Stuttgart, Köln, Berlin’den sonra nihayet Prag’dayız.


25-26 Aralık 2008 Stuttgart


Stuttgart’ta hava alanından Tübingen’ e geçmemiz gerek çünkü arabayı oradan kiralamaya karar verdik. Havaalanının önünden otobüsler kalkıyormuş, hani nerede? Yol sormak hayatımızın bir parçası ama ya İngilizce ya İtalyanca yapardık bunu.. Önümüzden yaşlı bir çift geçiyordu, onlara yaklaştık. Türk olduğu her halinden belli amca, ‘Hanım, bizi tanıyor mu bunlar?’ deyince Tübingen otobüsleri filan diye konuya girdik, amca da teyze de oralı olmadı, yürüdü gitti.. ‘Bir Alman bulup sorsak ya’ dedim, Alman hanımefendi hiçbir şey bilmediğini net bir şekilde ifade edip uzaklaştı. Derken kapıda bekleyen gurbetçi bir genç yardımımıza koştu. Toplamda gördüğümüz dört kişinin üçünün Türk olması beklenmedik bir şey değil zaten uçaktan inerken vatan toprağına ayak basacakmış gibi hissediyorduk; havaalanında duyduğumuz Türkçe anonsların da etkisi vardır muhakkak.Aklımızda beyaz peynir, Rize çayı vs. diye giden bir listeyle bindik otobüse..

Tübingen, Stuttgart yakınlarında bir üniversite şehri; ortasından geçen Neckar Nehri’yle o yalancı kış güneşinin altında kartpostal gibi görünüyor. Nehri uzun süre seyredeTümünü Yaslamedik, malum soğuk, yurda yerleştik. Murat bizi yurttan arkadaşı Arif’le tanıştırdı, Arif Almanya’da doğmuş büyümüş, hukuk okuyor. Bize güzergah konusunda bilgi verdi, ama en önemlisi seçtiğimiz tarihin yanlışlığından bahsetti: 25 Aralık ve sonrası... Bugün bayram, bunu biliyoruz, bir de bayramda gezmek güzel olur sanıyoruz ki en büyük yanılgımız bu olmuş.. Dini bayramlar evde aileyle kutlanırmış sadece, her yer kapalı.. Bunca zaman İtalyanlar’a kızdık çalışmıyorlar diye, Almanlar çalışkandır sanıyorduk, bayram diye her yeri kapatmak da neyin nesi? McDonald’s’ dan başka açık restaurant yok! Ülkemin kıymetini anladığım anlardan biridir bu da..
Ertesi gün araba kiralamaya gidiyoruz; arabayla birlikte yolculuğun olmazsa olmazını da kiralıyoruz tabi: Navigatör… Navigatörü Türkçe menüye döndürüyoruz.. İlgimi çeken nokta gideceğimiz yolu tarif eden, günlerce bize ‘sağa dön, asfalt olmayan yoldan sola dön..’vs. diyecek olan ses, bir kadın sesi.. Genelde kadınların yön belirleme konusunda çok başarılı olmamasını, erkeklerin de yol sormama inadını düşünürsek direksiyondaki Murat’a yolu emir verircesine tarif eden kadın sesini ironik buluyorum.

Tübingen ve Stuttgartt’da mimari, coğrafyanın etkisini net bir şekilde hissettiriyor: Soğuk şehrin sert, keskin hatlı, soğuk mimarisi.. İnsanları deseniz aynı.. Ama bu soğukta gülümsemek de kolay değil hani, yüzüm donuyor.
Stuttgart’tan aklımızda kalan en önemli olay neydi? Park cezası!.. Bayram günü, kim kontrol edecek dedik, bıraktık arabamızı, çalışkan insanlar ne diyeyim, yazmışlar cezamızı gitmişler...


27 Aralık 2008, Köln


Önce tarih atarım, sonra neredeysek onu not düşerim ama Almanya’da bir de hava sıcaklığını ekliyorum: -1°C ama kar yok. Hayattan alacağım zevkin hava sıcaklığıyla ilişkisinin yüzdesini merak ediyorum; doğru orantı var, buna eminim ama ne kadar? Bunun cevabını Prag’a varınca öğreneceğim sanırım.
...

Yanımda Diğdem oturuyor, elinde telefonu Gabor’la iletişim kurmaya çalışıyor; bakalım tatil dolayısıyla evine dönen Gabor bize Berlin’i gezdirecek mi? Yanımda bir Diğdem Berlin için yakinimiz bir rehber ayarlayadursun, ön koltuktaki Didem (Martina’nın deyimiyle Didaa ‘the second’) elinde harita artık gönül bağı kurup Dürdane ismini verdiğimiz navigatörümüzle anlaşmaya çalışıyor zira Dürdane her zaman çok net konuşmuyor; ‘sağdan çık, sağa gir!’ diyor, aniden tekrar hesaplıyor.. Bazen her ne kadar emrinden çıkmamacasına her söylediği yola girsek de takip etmemiz gereken pembe çizgiyi kaybettiğimiz oluyor ama şunu söylemek gerek; Didem oturduğu koltuğun hakkını sonuna kadar veriyor: Asla uyumuyor, radyonun çekmediği yerlerde mp3 çalarını devreye sokuyor, o da yetmedi kendisi şarkı söylüyor ama en önemlisi haritayı elinden bırakmıyor. Ben de Sihirli Kentin Firarisi'ni*1 okuyorum, Prag için notlar alıyorum.

Kısacası iş bölümümüz takdire şayandır; sürücü koltuğunda Murat, hemen yanında en büyük destekçisi Didaa the Second, yolluk temini ve rehberlik hizmetleri için gerideki ikili Işıl ve Diğdem.
Köln’e dönelim; ortaçağda gelişen şehir 12. yüzyıldan itibaren Hristiyan aleminde Kudüs, İstanbul ve Roma’dan sonra Kutsal Şehir ilan edilmiş. Kutsal şehrin en önemli yapısı UNESCO Dünya Miras Alanları listesindeki gotik Köln Katedrali. Yapımı 632 sene süren katedral Kuzey Avrupa’nın en büyük ibadethanesi. Çok sayıda gökdelene rastlanmaması da şehrin her yanından katedralin görülebilmesi için. Çok sayıda müze var, çikolata müzesine gidiyoruz mesela, herhalde Köln’de kendimi en iyi hissettiğim yerdir burası. Girişte satış yapılan kısımda çikolatalar arasında kayboluyoruz, belki çikolata kokusu bize biraz eneri veriyor bu donuk şehirde.. İtalya’yı özlüyorum, İtalyanları da ama en önemlisi Aslı’nın yokluğu var..

28.12.2008 Köln-Berlin, -3°C

Yol bitmiyor, saatler geçti Berlin’e varamıyoruz. Gabor bizimle yarın buluşabilecekmiş, önemli değil. Berlin’de ilk gün kayıp zaten çünkü Pazar.. Türk radyoları dinliyoruz yolda, yılbaşında Türk popunun yıldızı Gökhan Tepe gelecekmiş Berlin’e, israrla onu duyuruyorlar, Türkçe müzik ilk anda hoşumuza gidiyorsa da şarkıların ortak özelliği artık bizi rahatsız etmeyebaşlıyor: Hepsi gurbet şarkısı.. Bir yerden sonra samimi gelmiyor bu durum, sıkılıyoruz..

Prag’a kadar yollarda oyalanabilmek için idareli biçimde okuduğum Sihirli Kentin Firarisi’ne dönüyorum; her şeyi geride bırakıp Prag’a yerleşen yazar Müjdat Sönmez yeni yaşamına alışmaya çalışıyor, bir yandan İngilizce öğretmenliği bir yandan da tur rehberliği yaparken yakınlarına mektuplar yazıyor. Aslında iyi bir Prag rehberi, ama beni o sırada etkileyen şey bu değil. Yabancı bir şehirde var olma mücadelesi veriyor, yeni arkadaşlıklar kuruyor, zorlanıyor, eğleniyor; yavaş yavaş oturuyor her şey. Başta ilk günlerimi hatırlıyorum, nasıl da heyecanlıydı.. İtiraf etmek gerekirse aynı heyecanla devam etmedi bir süre sonra, rutine girdi çünkü. Halbuki sürekli yeni bir şeyler sunmasını beklememeliydim küçük sevimli Cagliarimin. Belki de dedikleri gibi mutluluğun sırrı beklentileri düşük tutmakta, bunu ara sıra hatırlamalı. Herneyse, şehri detaylı bir şekilde anlatıyor yazar günlüklerinde, Prag’a gittiğimizde görmemiz gereken yerleri kendimce önem sırasına göre listeliyorum; illa ki görülecekler, zaman olursa bakılacaklar… En çok Hanuş Usta’nın ellerinden çıkan astronomik saati merak ediyor, Terezin’deki toplama kampını görebilmeyi umuyorum.. Gözümde canlanıyor Prag şimdiden; yaşını almış, asil, zarif bir kadın bekliyorum..

Genel olarak burada karşılaştığım Almanlardan hoşlanmadım; tekrarlara doymuyorum, buz gibi insanlar.. Özellikle gençler ya asık suratlı ya da ürkütücü taşkın tavırlardalar. Gaborsa hiç öyle biri değil, ortalama bir Alman’a göre oldukça sıcakkanlı diyebilirim. Hatta bu hareketiyle misafirperver kategorisini zorluyor. Ingo da öyle, ‘Nümberg’ten geçecekseniz mutlaka bana uğrayın’ demişti, bayram öncesi. Nina*2 da dünya tatlısı bir kız, demek ki beş parmağın beşi bir değil..Yarın buluşmak üzere sözleştik Gaborla ve hostelimize geçtik.

29 Aralık 2009 Berlin - 4°C


Bu sabah hostelimizi değiştirdik, sadece bir günlüğüne rezervasyon yaptırmıştık öncekinde, beğenirsek kalacaktık bugün de ama tüm odalar dolmuş. Önceki bildik bir gençlik hosteli havasındaydı; renkli bir giriş, güler yüzlü bir resepsiyon görevlisi, internet bağlantısı olan birkaç bilgisayar ve odalarda teferruatsız ranza-gardrop ikilisi.. Yeni hostelimizdeyse, resepsiyon görevlisinin hemen arkasındaki duvarda dev bir itfaiyeci giysisi asılı, parıl parıl parlıyor turuncu kostüm. Bir satranç masası var küçük holde; Murat’ın israrıyla şampiyonlar şampiyonu Didem, İspanyol bir kızın karşısına geçiyor çıkarken. Şaka değil, Didem bu konuda gerçekten başarılı, ödülleri varmış. Didem ayaküstü kızı yenip masadan kalkınca Gabor’u almaya gidiyoruz... Diğdem arabadan inip Gabor’ un yanına gidiyor, onu alıp getirecek, Murat da radyoyu kurcalıyor. Bir ses ki o da ne: Bayhan!!! Biz adı neydi, hani elini nasıl tutuyordu şarkı söylerken filan diye hafızamızı zorlarken Gabor biniyor arabaya haliyle Türkmüziğinin son temsilcisi olarak Bayhan kazınıyor kafasına...
Görkemli cam kubbesiyle ünlü Parlemento Binası’na (Reichstag) girmek istiyoruz fakat kapıda öyle bir kuyruk var ki onu beklesek gün bitecek, hiçbir yeri göremeden döneceğiz.. Vaktimiz dar, sıkıştırılmış Berlin turu istiyoruz: Berlin duvarı, Yahudi soykırımı anıtı, Brandenburg Kapısı..



İlk durağımız Potsdamer Platz. Yıkılan duvarın bir kısmının anıtsal olarak bırakıldığı yerlerden birisi bumeydan ve aynı zamanda birleşik Berlin’in merkezi. Duvar kalıntılarının yanındaki panolarda açıklamalar yer alıyor.




Bu arada duvarın parçaları sergilenmek üzere başka ülkelere*3 de gönderilmiş, Berlin’de satılan bir numaralı hediyelik eşya da duvara ait olduğu iddia edilen küçücük parçalar: şiltler halinde, anahtarlık ya da buzdolabı süsü olarak..

Berlin'in bir diğer simgesi de bayrağındaki ayı, her yerde bir ayı figürü var.. Ama benim en çok hoşuma giden şey sanırım ampelman (Ampelmaenner) dedikleri ilginç yaya trafik ışıkları oldu; Doğu Berlin döneminden kalma bu ışıklardan vazgeçilmemiş ve hediye toplayıcısı ruhuyla yaşayan kimi turistlerden yeni bir kazanç kapısı sağlanmış.. Ukalalığıma doymayayım, ampelmanlara dair hiçbir şey almadım fakat Berlin dendiğinde o ışıklar yanıp sönüyor zihnimde.

Soykırım müzesi maalesef kapalı. Biz de anıta doğru yol alıyoruz. Anıt*4, gri beton bloklardan oluşan bir labirent adeta.. Nerde olduğunu; ne zaman, nereden, ne geleceğini bilememeyi tarifliyor Gabor’un anlattığına göre. Bu arada Almanlar olanlardan öylesine derin bir utanç duyuyorlar ki yüksek sesle ne ‘Hitler’ ne ‘Nazi’ demek mümkün. Belki bu yüzden Gabor da pek detaya girmiyor rehberliği sırasında, biz de üstelemiyoruz. Etrafıma bakıyorum, hani burada amaç insanlar bu utancı unutmasınlar, ürpersinler ya beni ürperten başka şeyler var: Sırtını soğuk gri bloklardan birine dayamış bir sarışın, havalı bir poz veriyor objektife bakarken.. Bir çift, bir koridordan diğerine koşturuyor, saklambaç oynayıp eğleniyorlar. Bir yanda derin utanç, bir yanda böylesine umursamaz turistler.. Hava kararıyor, Potsdamer Platz’ a dönüp Sony Center’de vakit geçiriyoruz Gaborla.Sonra Gabor ayrılıyor yanımızdan..

Rehberimiz olmadan devam ediyoruz, alışveriş cenneti Kurfürstendamm Bulvarı’nda geziyoruz. Brandenburg Kapısı, savaşta bombardımandan hasar görmüş ve savaşın hep hatırlanması amacıyla yıkılmış haliyle korunup sergilenen Kaiser Wilhelm Kilisesi (Kırık kilise) gördüklerimiz arasında.. Bir de Scientology Kilisesi ilgimi çekti, bu kadar ortada olduğunu bilmiyordum doğrusu...



Sıcak hostelimize dönüyoruz; resepsiyonun duvarındaki dev itfaiyeci kostümünden gözümüzü alamayarak odamıza çıkıyoruz. Bir hostel için oldukça donanımlı olan odamızda bir adet dvd oynatıcı bulunmakta ve bir de film bırakılmış: Halloween!.. Şimdi klişemizin parçalarını birleştirelim: Birlikte tatile çıkan gençler otel odalarında bir video kaset bulur, pür neşe şakalaşıp dururken lanetli kaseti videoya yerleştirirler. Sonra pencerede dev itfaiyeci belirir. (ardı ardına çığlıklar).. İtfaiyeci kostümü hayal gücümüzü epeyce meşgul ettiyse de ben gayet güzel uyudum, farkına varamamışım kızların banyoya girme konusundaki tedirginliklerini.. Sabah sağ salim uyandık, itfaiyeciyi selamlayıp hostelden ayrıldık ve yine düştük yollara.
30 Aralık 2008, Prag -4°C

Prag’ a 100 km’deyiz henüz.. İnce bir kar tabakası örtmüş yeşillikleri..


...


Almancayı %1 oranında anlıyordum, Çekçe için o kadar bile umut yok; sessiz harfler kol kola girmiş karşıladılar bizi... Sihirli Kentin Firarisini yakınlarda bitirip notlarımı temize çektim, dersime çalıştım uygulamaya geçmeyi bekliyor ve kitabı benim için Bursa’dan getiren Aslıcığıma teşekkürü borç biliyorum.


.…


Berlin- Prag yolunda olmamız bana Severmişim Meğer’*5 i anımsatıyor:''Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım/ akşam oluyor /dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer'' diye başlayan.. Sonrası bölük pörçük.. Bulup okumak istiyorum bir an önce..


...



Didem’in elinde Almanya haritası var sadece, bir Prag haritamız yok. Tedbiri elden bırakmıyor bir benzinciden harita almak için iniyoruz arabadan ve hayatımızda gördüğümüz en kaba sarışınla karşılaşıyoruz ya da bu daha başlangıç. Bu arada Euro değil Çek Kronu kullanılıyor Çek Cumhuriyeti’nde.. Hostele yerleşildikten sonra ilk hedef bir Western Union bulup Euroları Çek Kronuna çevirmek.. (Bu arada an itibariyle 1 Euro’nun karşılığı 26 Çek Kronu..)

İtfaiyecili hostelden sonra buradaki resepsiyon görevlisi de bir tuhaf geliyor bize, İngilizce bilmiyor kendisi, koyveriyor Çekçesini.. Şimdi düşünüyorum da ne tarifsiz bir tarzancadır onunla aramızdaki... Odamızı gösterdikten sonra hostelin kurallarının yazılı olduğu bir kağıt uzatıyor; mesela odada ayakkabıyla gezmek yasak.. Çekler bir tuhaf geliyor bize, Cagliari’de dört Çekle tanıştım, ikisi fazlasıyla çılgın tipler.*6. Diğer ikisi tam tersi içe dönük, ortak paydalarıysa soğuk olmaları.. Marek, Çeklerin stresle baş etme yönteminin mantar toplamak olduğunu söylemişti, dalga geçiyor sanıp gülmüştük sınıfça ama kitap da bunu doğruluyor; geleneksel hobileriymiş.. Çizgi film şirinliğinde bir hobileri varsa da kesinlikle sempatik değiller. Dev cüsseli resepsiyonist de sinirli mi neşeli mi anlayamadığımız bir tonda hızlı hızlı bir şeyler anlatırken bomboş bakışları ve anlamsız gülümsemesiyle hayal gücümüzü kamçılıyor akşam akşam. Fareler ve İnsanlar’ın Lennie’sini çağrıştırıyor bana ama fantastik öğelerle süslü bir korku filminin Elma Yanak adlı tekinsiz karakteri bizim için. Elma Yanak’ı kendi haline bırakıp dışarı çıkıyoruz.
Toplu taşıma yer altında metro, üstündeyse tramvayla sağlanıyor. Artık sokak sokak otopark aramaktan bunaldığımız için arabayı hostelin bahçesine park edip metroyu kullanıyoruz, hedefimiz Eski Şehir Meydanı (Stare Mesto Namesti). Meydana doğru yürüyoruz; parke taşlı sokaklardan geçerken, Arnavut kaldırımlarını aydınlatan aplik şeklindeki sokak fenerlerine gözüm takılıyor.

Western Union, Euro’yu Kron’a çeviriyor ve diğer tüm dükkanların aksine orada pazarlık serbest. Biz hiç eksik kalır mıyız, şansımızı deniyoruz, fena da olmuyor sonuç. Kronlar cebimizde meydana yaklaşıyoruz.. Bayram için süslenmiş Stare Mesto,
Almanya’da da gördüğümüz küçük bayram kulübeleri buraya konuşlanmış; orada çikolata ve krepçiler ağırlıktayken Prag’da bunların yerini Çek menüsü almış ki daha sonra buna değineceğim. Bu akşam tarihi turistik gezi yok diyoruz, sanki artık yorulduk, buzdolabı süsü görmekten bıkkınlık geldi bana, hatta fotoğraf çekmek bile yordu, sıyrılalım bu Japon turist hallerinden ve yelkovanın on ikinin üzerine geldiği anı kollayalım sadece.. Sonrasında yeriz bir şeyler ve eğleniriz, Almanya’nın yorgunluğu çıksın gitsin, varmamız gereken yerdeyiz sonunda..

Yelkovan on ikiye değdiğinde ne mi oluyor? Astronomik saatin önünde toplanılıyor. Her saat başı, iki kapak açılınca küçük pencereler çıkıyor ortaya ve 12 havariyi temsil eden kuklalar sırayla görünüyorlar. Altın yaldızlı horozun ötüşü bitiriyor gösteriyi. Bir saat sonra yeniden.. Güneş, dünya ve ayın konumlarını gösteren saatin her iki yanındaki kuklaları da unutmamak gerek; söylendiğine göre bu dört kukla, dört zaafı simgeliyormuş: Elinde aynası olan adam kibri, Yahudi olduğu söylenen ve altın kesesi taşıyan cimriliği, hırsı; iskelet yaşama karşı isteksizliği.. Peki ya dördüncü? Elinde mandoline benzer bir çalgı olan sarıklı adamın Türk olduğu söyleniyor. Neyi temsil ediyor derseniz, eğlenceye düşkünlüğü.. Zaafların hemen altında insanların yönelmesi gereken kavramları da şeklediyor saat; bilim, adalet, astronomi ve eğitim.

Bu benzersiz saati (aslında dünyada başka astronomik saatler de var ama hiçbiri böylesine detaylı değil) yapan Hanuş Usta’nın hikayesine gelince, saat kadar ilgi çekici: İnsanlar sadece saati görmek için Prag’agelmeye başlar, Hanuş Usta’nın ünü yayıldıkça başka ülkelerden de yeni saatler için teklifler gelir fakat Usta bu teklifleri kabul etmemekte kararlıdır. Bu özel saat sadece Prag’da olacaktır, buna rağmen kral tedbiri elden bırakmaz ve ustanın gözlerini dağlatır. Hanuş Usta*7 da intikam almak için kendisini saat mekanizmasına bırakarak intihar eder. Amacı saati bozmaktır, bozar da; yaklaşık elli yıl sonra tamir edilebilir saat.

Alkışlar eşliğinde havariler içeri girdiğinde dağılıyor saatin önündeki kalabalık. Biz de bir İrlanda barına geçiyoruz. Son çeyreği unutulmaz bir yılı uğurlarken keyifle, Diğdemle sohbetimiz koyulaşıyor. Bir ara, on beş yaşımdan beri en sevdiğim şarkı Time of your life’ ı çalıyor nereli olduğunu bilemediğim müzisyen.. O zamandan bu zamana çok değiştiyse de bu şarkı aynı kaldı benim için diye düşünüyorum; sanki insanlar, olaylar Hanuş’un saatindeki kuklalar misali geçip gidiyorlar da şarkılar kalıyor: It’s something unpredictable but in the it’s right, I hope you had the time of your life…

31 Aralık, Prag -4°C


Büyük gün için uykumuzu aldık, son bir plan yaptık: Genel bir Prag turunun ardından, güneş gözden kaybolmaya yakın, hostele geri dönüp dinleniyoruz ve akşam saatlerinde 2008’i uğurlamak için Stare Mesto’daki kutlamalara katılıyoruz. Bu program dahilinde Terezin’deki toplama kampı hayalimiz suya düştü zira Elma Yanak bize Terezin’in haritadaki yerini gösterdi: Pek yakın sayılmaz; canımız sağ olsun, belki başka bir zaman..


...

Prag şehri ismini, “Ağaç yetişen yer” demek olan Praziti’den alıyor, güzelliğiniyse hüznünden.. Nazilerin bombalamaya kıyamadığı şehir diyorlar; 1938’deki Münih anlaşmasıyla Prag bombalanmadan düşüyor..



Prag Kalesi’nden (Hradcany) başlıyoruz, Kale Meydanı tepeden tüm şehri gören bir konumda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı burada, şehrin her yerinden görülen ihtişamlı kuleleriyle St. Vitus Katedrali, müzeler, galeriler.. İşaretleri izlediğimizde Golden Lane’e varıyoruz: ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok’ diyen Kafka’nın yaşadığı sokak, bir de simyacıların.. Önceleri kalenin korumalarının yaşadığı dar sokak, sonraları kuyumcuların merkezi olmuş; konum itibariyle krala yakın olduğundan olsa gerek asıl meselenin simya olduğu konuşulur olmuş; söylenen o ki altın ve yaşam iksiri yapsınlar diye yerleştirilen simyacılar yaşamış bu sokakta Kafka’da üç asır önce..
Şimdiyse hediyelik eşya dükkanı olmuş buradaki pastel renkli evler...



Tekrar Eski Şehir Meydanındayız; kuleleriyle ünlü Tin Kilisesi, meydanın ortasında engizisyon karşıtı olduğu için yakılan rahip Jan Hus’un heykeli gündüz gözüyle görülüp tek tek fotoğraflanıyor. Şehrin kalbinden akan Vlatava nehri ise bir şiir, onun fotoğrafı doğrudan kartpostal yerine geçiyor ve bu fotoğrafın çekildiği nokta da muhakkak ki Karlov Köprüsü (Karlov Most/Charles Bridge..).


Vlatava Nehri’nin üzerindeki ana köprü Karlov Köprüsü’nde beklediğimiz üzere insan akını var, ressamlar ve diğer sokak sanatçıları dikkat çekiyor. İki Japon kızın tuhaf dansı günün en çok ilgi çeken performansı ama köprünün en önemli süsü sağlı sollu devam eden heykeller.



Aziz John Nepomuk heykelinin bronz rölyefine dokunulmasının uğur getirdiğine inanıldığı için rölyef artık parlıyor... Bir başka ilginç heykel de bizi ilgilendiren bir çalışma, Avrupa’nın zihnindeki Türk’ün üç boyutlu hali: İçinde acı dolu gözlerle bakan insanların (Osmanlı’nın esir aldığı Hristiyanlar’ı temsil ediyorlarmış.) olduğu bir zindanın önünde elinde kılıcı, pala bıyıklı, sarıklı, göbekli bir yeniçeri nöbet tutuyor. Savaşta öldürmek, esir almak sanki Türk icadı; sanatla nefretin daim kılınmasına bozulmuşken ekşisözlükteki bir yoruma katılmadan edemiyorum: ‘Bu heykele bakınca bizden ödleri patlamış bir zamanlar deyip hayretler mi etsem, Avrupa insanının Türkleri 2005 yılında da bundan çok farklı düşünemediklerini hatırlayıp üzülsem mi bilemiyorum.’

Biz de Çekler hakkında şahane şeyler düşünmüyoruz açıkçası, Almanlara ‘soğuk’ dedik; karşılaştığımız Çeklere de öyle ama bu yetmezmiş gibi kabalar da.. Yol sorduğumuz büfedeki adam bağırarak cevap veriyor sonra pineklemeye devam ediyor, satıcılar son derece aksi genel olarak.. ‘Müşteri velimettir’ ilkesiyle pek ilgileri yok. Yine de zevkle geziyoruz kuklacı dükkanlarını kutlama öncesi hostele dönmeden önce..

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, dilencilerin özgün bir tarzları var: Yere kapanıyorlar. O soğukta kaldırımlarda alınları yere değer pozisyonda bekliyorlar. Küçük bir tası önlerine bırakıp yanlarında köpekleri, çizgi roman okuyan Sardinya dilencilerinden sonra çok farklı geliyor tabi. Hiç aklımdan gitmez Piazza Yenne’deki dilencinin olağanüstü havalı kız arkadaşı, para kasesinin yanında birlikte beklerlerdi bazen.. İki ayrı dünyanın insanları işte, aynı işi yapsalar da...

İtalyanlar hiç aklımızdan çıkmıyor çünkü her yerdeler.. Gürültünün, kahkahanın geldiği yöne kafamızı çeviriyoruz Stare Mesto’da, tabi ki oradalar.. Hatta Sardinya bayraklı bir grup da gördük. Meydanda çeşitli milletlerden insan var ve açıkça görülüyor ki en çok eğlenenler İtalyanlar ve sonra da İspanyollar...

Kutlama için küçük bir sahne kurulmuş, üç rahibe kıyafetli kadın şarkı söyleyip dans ediyor, ardından Madonna taklidiyle biri geliyor sahneye.. Muhtemelen meşhur insanlar bunlar, gecenin ilerleyen saatlerinde eğlenceyi başka bir şarkıcıya devrediyorlar. Önümüzde İngiltere’de yaşayan genç bir Afgan var. Bavullarının yanlışlıkla İstanbul’a gitmekten son anda kurtulduğunu anlatıyor bana ‘Türküm’ dediğimde ve Müslüman olduğumu öğrenince de ayrıca mutlu oluyor.. Bir saat kala yani Türkiye artık yeni yıla girmişken ailemle konuşuyorum, bana göre tam on ikide beni arayacaklar. Günün en şaşırtan yeni yıl mesajı da geliyor aynı dakikalarda: Ekim ayından beri görmediğim, tanıdığım en nazik Çek, Hynek.. Gülüyorum, bil bakalım nerdeyim şimdi, diyorum ona: İkimiz de Prag’dayız! Yeni yıl beklenmedik hoşluklarla dolu olsun...

....


İki seçeneğimiz var yeni yıla girmek için; Karlov Köprüsü’ne koşmak (çünkü meydandan Karlov muhtemelen yarım saat sürecek o insan selinde) ya da meydandaki konsere katılmak... Yani havai fişekleri Vlatava’nın üzerinde mi alırsınız; Hanuş’un saatinde havarilerin geçit yaptığı an sivri kulelerin üzerinde, şarkılar eşliğinde mi? İlk seçenekte yolda kalma olasılığımız yüksek; olduğumuz yerde kalıyoruz..

Yeni yıla saniyeler kala geri sayım başlıyor coşkuyla; karanlık kulelerin çevrelediği meydanda alev kırmızısı giyinmiş yeni yıl kulubelerinin ışıklarını gölgede bırakıyor ardı ardına atılan havai fişekler.. Sivri kulelerin de tepesine çıkıyor ışıltılar, herkes birbirine sarılmışken patlayan her fişekte yeni bir dilek dileniyor... Bense telefonuma bakıyorum; çalmıyor.. Çalamıyor çünkü. Ailemle konuşabilmem ancak bir saat sonra mümkün oluyor.. Ev arkadaşım, yol arkadaşım Diğdem’le birbirimize sarılıyoruz biz de..

Hava sıcaklığı ile yaşamın tadı ilişkisi aklıma takılıyor yine; içimizi ısıtan şeyler uzaktayken zaten çok da fazla tadına varamıyoruz sahip olduklarımızın, diye düşündükten bir süre sonra kar zerrecikleri usulca dokunuyor yanaklarımıza; ‘yılbaşında kar yağsa keşke’ dediğimizi işitmiş gibi... Bakıyorum da belki de ilk dileğimiz gerçekleşti bile, her zaman her şeyin dört dörtlük olması zor ama küçük hoşlukları fark ettiğimizde bir kar tanesi de içimizi ısıtır belki..
Hepimize mutlu yıllar!


1 Ocak 2009, Prag

Yeni yılın ilk sabahı, yorgun meydan tertemiz bir havaya uyanmış.. Sahnede bir soprano var ve pek de ilgi çekmiyor doğrusu. Bütün ilgi yılbaşı kulübelerinden gelen nefis kokularda desem yalan olmaz.
Tatmak isteyip de ertelediğim bir şey vardı; yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat derlerse de bu trdlo denen oldukça basit ve lezzetli tatlının bir bileni var mı diye araştırdım internette. ‘Trdlo nasıl yapılır?’ videosu görünce heyecanlandım birden ama gördüm ki hiçbir formülü vermiyor maalesef. Geleneksel Çek tatlısı trdlo için hamuru metal bir ruloya sarıp ateşte pişiriyorlar gözünüzün önünde; sonra da şekere, vanilyaya filan buluyorlar sıcakken.. Halkalar halinde elinize tutuştuyorlar bir peçeteyle.. Elimizde trdlo son kez dolaştık Stare Mesto’yu, bir de Vaclavske Bulvarı’nı.

Eski şehrin derin ve karanlık yüzüne, mağrur güzelliğine inat Vaclavske Bulvarı son derece parıltılı. Praglıların Sovyet tanklarına karşı koyduğu bulvarda komünizm müzesi, sayısız mağaza, oteller ve Mcdonald’s var ve kendisini yakan üniversite öğrencisi Jan Palach’ın anıtı da müze de McDonald’s ve mağazalar kadar ilgi görmüyor.

Yeni evli bir çift geziniyor sokaklarda, pek çok turist sayısız fotoğraf karesine bir de onları ekliyor. Fonda Prag; zarif gelinliğinin üzerinde kürkü, elinde turuncu çiçekleriyle çekik gözlü gelin hanım ve yakasında yine turuncu çiçekleriyle damat bey objektiflere gülümsüyorlar. Masal şehir albümümüzü, bir mutlu son fotoğrafıyla noktalıyoruz.

Öğle saatlerinde Hynek’ten bir mesaj daha alıyorum; saat beşte Karlov Köprüsünde yeni yıl için yine havai fişek gösterisi olacak oysa biz çoktan Elma Yanak’la vedalaşıp dönüş yoluna çıktık bile.. Radyo açık, eğlenceli bir parça çalıyor ve Didaa the Second çıkarıyor kuklasını sahneye..

Hayatımızın belki en renkli, bir o kadar da riskli* ve yorucu, birazı puslu birazı ışıltılı gezisini noktalarken son birkaç aydır geçtiğim yollara bakıyorum. Kendime ait bir ‘Sever mişim meğer’ şiirini birleştirmeye çalışıyorum ama tamamlamıyorum, ne de olsa yol devam ediyor.. Ada’ya geri dönmek var, unutamayacağım huzurlu sokaklarda dolaşmak, trenden indiğimde sanki ada da bizi özlemiş diye düşündüren harika havayı solumak, dönüş için geri sayımı başlatmak.. ve İstanbul’a varmak var, artık yepyeni bir yola çıkmak için...








*1: Sihirli Kentin Firarisi, Müjdat Sönmez. Epsilon Yayınevi

*2: Dönmeden son gece yakın arkadaşlarımla bir önceki gece bir barda toplandık. Özel günlerde Nuh’un gemisini toplar gibi birbirini tanımayan insanları bir araya getirmeyi anlamsız bulurum, o nedenle çekirdek on kişiyle çıktık son gece. Nina eylülde İtalyanca kursuna birlikte başladığım bir arkadaşım, fakat bayramdan sonra hiç görüşmedik, ne zamandır birbirimizi arayıp sormadığımız için geceye çağırma konusunda tereddüt ettim, sonra da kargaşadan unutuvermişim.. Sonra ‘keşke’ dedim, bir görüşseydik.. Toplandığımız gece Esmée gecikince merak edip aradım, telefonum çekmedi sokağa çıktım bir de baktım üç aydır görmediğim Nina oradan geçiyor. Ne güzel bir sürprizdi ikimiz için de bu son dakika tesedüfü... Yılın böyle devam etmesini umuyorum.


*3: Las Vegas'ta Main Street Station otelinin erkekler tuvaletinde, Brüksel'de Avrupa Parlamentosu binasının önünde, Montréal'de Dünya Ticaret Merkezi'nde, New York'ta 53. caddede, Vatikan bahçesinde, Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi binasının önünde duvarın parçaları sergileniyormuş.
*4:http://www.yapi.com.tr/Haberler/eisenmanin-yahudi-soykirimi-aniti-10-mayisda-berlinde-acildi-_26779.html
http://www.mimdap.org/w/?p=1371
*5: Severmişim Meğer’i de sözlükte bulabilirmişiz hem de İngilizce’ye çevrilmiş haliyle bile:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=severmi%C5%9Fim+me%C4%9Fer

*6: Tom ve Marek’in Cagliari öncesi Siena’daki İtalyanca kursunda hazırladıkları videoyu sınıfta hep birlikte izledik, youtube’a 'corsa a siena' yazdığınızda bu delilerin videosuna siz de ulaşabilirsiniz.
Daha önce bahsi geçen, günlüğümü okumak isteyip de okuyamayan arkadaş Tom’du, onun benim blogumda yaşadığı zorluğu anlamak isterseniz :
http://vakys.blog.cz/

*7: Eve dönene kadar ben de saatin 15.yy sonlarında Hanuş’un ellerinden çıktığını sanıyordum fakat ilk parçaları 1410 yılında Mikuláš of Kadaň and Jan Šindel, tarafından yapılmış.
http://en.wikipedia.org/wiki/Prague_Astronomical_Clock#History


*:Delifişekte; Coğrafya serserilere özgü bir derstir, derdi Vasconselos. Coğrafyayı karışlamaksa mevzu bahis evet serserilere özgüymüş; dönüş yolunda dürdanenin emrinden nasıl olduysa çıktığımızda eğer bir şekilde pembe çizgiyi tekrar yakalayamasaydık kimsenin geçmediği o otobanda donabilirdik. Köln’deki tren istasyonunda içeri bağıra çağıra girip Didem’in yanına oturan adam bir anda kendisini yere fırlattığında, cebinden sıyrılan metal çubuğun parlamasıyla korkudan yaprak gibi titrerken serseriliğin dibine vurmuş olduğumuzu düşündüm, pozisyonumu bozmamak için hala kitap okuyordum o kaçık tek kelimesini anlamadığım şarkısını söylerken ama dikkat çekmemek için sayfayı kolay kolay çeviremiyordum da, bulunduğum karede nazenin ifademle amatör bir fotomontaj gibi mi duruyordum acaba yoksa resmin herhangi bir parçası mı olmuştum artık? Ama yine de o anı bile gülümseyerek hatırlıyorum; evet Bastione’yi çok özlüyorum, kahve ve dondurma kokan Piazza Yenne’yi, Via Dante’yi, gece dönüşlerimizde Tandem’den aldığımız harika pizzanın tadını.. Ama aslına bakarsanız şu an daha önce geçmediğim bir sokağı özlüyorum en çok. Kaybolmayı, konuşabildiğim hiçbir dili bilmeyen insanlarla anlaşmaya çalışmayı (Çağrı’ya, Çinlilerden üç delikli priz için dönüştürücü almamız gerekmişti ilk günlerde; derdimi resim çizerek anlatmıştım hiç unutmam..), sonra hiç umulmadık bir anda bir Türkle karşılaşıp şaşırmayı ya da bir yabancının hikayesini dinlemeyi..(Barselona’da tanıştığımız herkesin bambaşka hikayeleri vardı şüphesiz; Bastione’de ney çalan bir Sardo Konya’ya gitmeyi düşlüyordu; hele bir de Amerika’da tanıştığı Sardinyalı kızla evlenen Türk gencinin evliliğini kurtarmak için yaptıkları(mız) vardı ki özel hayata saygım nedeniyle bu film tadındaki macerayı paylaşmıyorum..) Fark ettiğim şu ki tüm şehirlerde bizde en çok yer eden gördüklerimizden çok, dinlediğimiz hikayeler ama en çok da başımıza gelen tuhaf şeyler... Tabi ki bunları yaşamak için biraz risk almak gerekiyor, bir tura katılıp rehberi dinleyerek gezmek tabi ki daha güvenlidir ama böylesi çok daha keyifli..
Aslına bakarsanız risk her zaman vardır, ama kahkaha keyifli anlarda geliyor ve o anları delifişekler azıcık yoldan çıkarak kolayca bulabilir. Bu bağlamda biz de hafif deli, biraz serseriymişiz Almanya yolculuğunda lakin coğrafya kesinlikle serserilere özgü bir derstir efenim ve aslında çok keyiflidir.

27 Ocak 2009 Salı

Son Günler: İTİRAFNAME

9ocak 2009



Her zaman kafamda bir yapılacaklar listesi vardır, ama yakın ama uzak gelecekte tamamlanmaya dair. Burada tezimi tamamlamalıydım,sonraki hedeflerse açıktı:bol bol seyahat etmek (bu seyahatlere aldığım notlar ve çektiğim fotoğraflar eşlik edecekti ki bu okumuş olduklarınız ve flickr’a eklediklerim bu listenin eseridir),İtalyanca öğrenmek ve yeni bir şeyler denemekti..Hemen hepsini yaptım; ama layıkıyla ama değil..En azından denemiş,kabuklarımı kırmış olmanın ferahlığı içindeyim. Birçok şey yazdım bu zamana kadar ama çok daha fazla kendime sakladığım da var tabi.. Son günlerde şöyle bir ardıma bakıp bir itirafname hazırlayayım dedim, aklıma geldikçe süzüp buraya bırakacağım:

*Daha önce belirttiğim gibi Cagliari küçük bir şehir. Hele ki İstanbul gibi bir metropolden geliniyorsa.. Sadece bir günde gezip bitirebilirsiniz (hepi topu Piazza Yenne, Bastione ve Il Poetto’dan oluşuyor seçeneklerimiz ve hava serinledikçe önce eşsiz kumsal Poetto, sonraları Bastione elimizden gidiyor ) ama yine de her gün yeni biriyle tanıştığınızda sanki biraz büyüyor burası.. Öte yandan ‘Elimde Shengen’im var ya ne duruyorum?’ zihniyetiyle yaklaşırsanız (ki tabi ki öyle yaklaşmakta fayda var) bir ay sonunda ‘haydi artık bir yerlere gitmeliyim’ deyip duruyorsunuz. Aslı ile Diğdem geldiği sıralar bu durumdaydım, artık somurtma raddesine gelmiştim, adadan çıkamadım diye... Her neyse itiraf ediyorum eylül sonu-ekim başı çok sıkıcıydı benim için.


*Her şey rutine girmeye başlamıştı, evet yeni bir hayattı ama bu yeni hayata bulaşık yıkamak fazlasıyla dahil olmuştu. Abartmıyorum bulaşık yıkadığım sürelerde tezimi yazsaydım bu kadar yorulmaz ve zamanından çok daha önce toparlardım her şeyi..


*Bulaşık demişken, evimiz buradaki diğer öğrenci evleri gibi mobilyalı olmakla birlikte içinde tabak çanak her şeyi içeriyordu. Dolayısıyla biz (İtalyan ev arkadaşlarımız da ) de hep evdeki tabakları kullandık. Dönemin ilk gelen ve yerleşen Erasmuslarından olduğum için ilk hafta itibariyle çokça misafir ağırladım ve bundan mutluluk duydum. Fakat nedense bu yemekli ev toplantıları hep bizim evde oldu, geçen ay Gabor’un evine gittik ilk kez ve başımdan aşağı kaynar sular döküldü: Evinde kalorifer vardı ve kağıt tabak kullanıyordu. Kontrat yapma mecburiyeti yüzünden bulabildiğim tek evi tutmuştum kısıtlı süre içinde fakat o kontratta yazılı adresi okul dahil hiçbir yere bildirmemiz gerekmedi. Ah Erasmus ofisi ah.., Ama ben de bu ay otobüs bileti almayacağım çünkü kontrolörler sorduğunda Erasmus öğrencisiyim deyip cezayı ofise kestirebiliyormuşuz ve bunu daha iki gün önce öğrendim. Bilet almamak ve yakalanmak istiyorum, üşüdüğüm günlerin sembolik intikamı olarak.. Harcadığım suyla akıp giden zamanım ve hücrelerime karışan bulaşık deterjanı içinse yapabileceğim pek bir şey yok, kağıt tabakta yemeğin tadı mı olur muymuş avuntusundan başka..

*Şu anda kaç kilo olduğumu bilmiyorum, ama merak ediyorum. Gelmeden önce hali hazırda bir incelme gözleniyordu, ama geldiğimde de hızla kilo kaybettim. Bir dilim pizzayla geçirdiğim günler oldu, en önemli neden vakitsizlikti ve sonra da yemekler. Aslında çoğul ekinin kapsadığı fazla bir seçenek yok: Pasta(makarna) ve pizza.. Kırmızı eti malum sebeplerden dolayı reddederken hamur işlerinde strutto (domuz yağı) kullanılması seçeneğimizi daraltıyor. Elimden geldiğince sık (çok yemenin tek yolu bu benim için, zaten herkes için sağlıklı olan da bu ya..) yemeye çalıştım, üzerime hiçbir pantolonumun olmadığını fark edince. Gerçi hazır bu kadar incelmişken süper mini giymenin dayanılmaz hafifliğine de kapıldığımdan çok bunaltmadı beni yeni görüntüm. Yine de epeydir kilo almaya çalışıyorum; bu kapsamda geç saatlerde makarna, mantı (evet, yardım paketinden ) ya da en azından bir muz yiyip yatmak, aynı şeyleri yerken nasıl oluyorsa kilo almaktan mustarip ev arkadaşım Diğdem’in tabağındakileri de yemek (bkz.mutualist) gibi yöntemler geliştirdim. Bu kadar uğraş veriyorum ama yine dönene kadar 38 bedene sıçramayı ön görmüyorum. Bu nedenle pek yakında görüşeceğim dostlarım bana biraz zaman tanıyın ve sakın ha sakın ‘Ama ye biraz iğne ipliğe dönmüşsün, aç mı kaldın oralarda, makarna yiyip nasıl zayıfladın?’ benzeri cümleler duymayayım. Bu satırları okusun okumasın, zayıf*1 sözcüğüne nasıl tepkili olduğumu beni bilen bilir, öğrenci evi de olsa aynam var, sizin göreceğinizi gün be gün ben de gördüm. Hem o kiloları; güneşin altında il Poetto’nun turkuaz sularında, Bastione’nin merdivenlerinde, La Rambla’da gecenin bir vakti şarkı söyleyip dans ederken bıraktım ben çok da acınacak bir durumda da değilim sanırım. Giden iki kilo olsun,canım sağ olsun.. (tekrar ediyorum: bu konuda hassasım..)

*Yemek konusuna girmişken, hayatında yemek yapmamış ve buna kesinlikle özenmemiş biri olarak şunu itiraf ediyorum; mutfağa girmek çok zevkli bir şeymiş.. Herkes uyurken kahvaltı için krep hazırlamaktan keyif alacağım söylense gülerdim herhalde, bir de harem sarma*2 adında dünyanın en pratik ve doyurucu yemekleri listesini zorlayacak bir eserim var övünmek gibi olmasın. Minimum malzeme ve sürede, maksimum tokluk hissini buluşturan bir çalışmamdır kendisi… Bir de mutfakta ‘mertebe’ belirleyen konulardan biri pilavdır diye biliyorum, o konuda da kendimi kanıtlamış olmanın haklı gururunu yaşıyorum, fakat aslında burada mesele kendimi bir şey başarmış hissetmem değil; her zaman savunduğum düşüncelerimde haklılığımı ispatlamış olmam: Bu zamana kadar hiç yemek yapmamıştım, çünkü gerek görmedim. Bu konudaki tecrübesizliğimi vahim bir durum olarak hiç görmedim, ‘yumurta bile kırmadın mı?’ vb. nedense hayret içeren soruları hiç umursamadım. Mutfakta başlangıç düzeyindeki herkese tavsiyem; rahat olun, gerekirse yaparsınız, tam da düşündüğüm gibi hiç zor bir şey değil. Öte yandan isteyerek yaptığınızda, hele bir de paylaşıyorsanız bu yaptığınızı, çok da keyif alıyorsunuz, haliyle devamı da geliyor.

*İspanyol Pansiyonu’nu izledim, ikinci kez.. Aslı ile Diğdem’e de bahsetmiştim bu filmden. Bulup indirdiler bir yerlerden onlar da, birlikte izleyelim diye. Önce Diğdem ve ben, Aslı’nın Türkiye’den dönmesini bekledik, sonra biz Prag’dayken Aslı bekledi.Tam üçümüz bir aradaydık ki ben kendimi hazır hissetmedim..İlk ben gideceğim buradan,biletimi aldığımdan beri karışık duygular içindeydim. ‘Şimdi izleyemem’ dedim, ‘Olmaz, ne hissedeceğimi bilmiyorum’. Sanırım hiçbir film beni bu denli heyecanlandırmamıştır, çünkü hiçbir filmin bu kadar içinde olmadım. Gitmeyi kabullendim gibi hissediyorum son iki gündür, (bunda dün Mustafa Hoca’yla konuşmamın etkisi büyük tabi..) o nedenle sonunda kızlara gidip ‘izleyelim artık’ dedim ‘Ben hazırım.’ Kızlar çok etkilendiler, bense aynı filmi izlemiyordum sanki, çok başkaydı her şey artık.. Bir dili ilk kez duymakla artık konuşur olmak kadar farklıydı ve artık tamamen bize aitti,bana değil üstelik bize..


*Hani Prag notları?. derseniz, hali hazırda yollarda not aldığım defterimde, temize çekilmeyi bekliyorlar. Hazır olduğumda yazacağım, pek nazlı niyazlıyım bu ara kusura bakmayınız, ilk kez bu kadar sevdiğim bir yeri terk ediyorum..

*1: Evet,‘Zayıf’ sözcüğüyle küçüklüğümden beri alıp veremediğim var çünkü yıllarca halimden gayet memnun olduğum halde (kesinlikle kemiklerim sayılmıyordu,hem her istediğimi yiyebiliyordum da..) özellikle ergenlik döneminde kilo almak zorunda hissetmem için elinden geleni yaptı her daim salata mahkumları. Kilo alamamanın da bir sıkıntı olduğunu, ergenlik çağında bir kıza görüntüsüyle ilgili sürekli eleştiride bulunmanın hiç de hoş olmadığını bilmiyorlar mıydı gerçekten? Sözlük anlamı; ‘Eti, yağı az olan, sıska, cılız, arık’ olan bir sözcüğü iltifat olarak kabul etmek için kendimi karşı tarafın iyi niyetine inandırmam gerekti ya da ‘Ne yapalım densiz işte..’ deyip geçtim. Lisans yıllarında üç kilo aldım da, herkes rahatladı.. Her neyse yine 38 beden olup kendimi garantiye almak istiyorum.
Öte yandan Türkiye’de hala devam ediyor mu bilmiyorum (buralarda pek yok çünkü) sıfır beden modasını da aklım almıyor, herkesin kendine göre bir vücut şekli var, neden bozmaya çalışıyorlar bunu? Fazlalıktan kurtulmak için rejim yapmayı anlıyor ve takdir ediyorum ama gayet düzgün bir fiziğe sahipken cinsiyet unsuru bütün kıvrımlardan vazgeçmeye bir türlü anlam veremiyorum. Olağan dışı bu zayıflık sonucu kafalarının bedenlerine göre büyük kaldığını hiç mi fark etmiyorlar? Koca kafalı bir iskelet olmak için mi aç kalınıyor, nedir amaç? İnsan kendine bunu yapmamalı, dergilerdeki kadınlara özeniliyorsa lütfen erkek dergilerine bakılsın biraz da çünkü sıfırcılar nedense o dergilere alınmıyor; açlığın tek faydası diyet ürünleri endüstrisine, gayet açık değil mi bu?

*2:Cadde-i Kebir’e selam ederim, harem sarmayı menuden eksik etmeyin geliyorum:)

5 Ocak 2009 Pazartesi

20 Aralık 2008

Yazacaklarım biriktikçe birikti, bu ay için toplu bir özet sunmak durumundayım:

* ‘Milano’ya gittiniz mi?’ diyorlar; gitmedik, gidemedik. Çünkü eve döndüğümüzde kötü bir sürprizle karşılaştık: Benim evcil hayvan muamelesi yapıp odadan mutfağa hep yanımda taşıdığım elektrik sobam çalışmıyordu ve ev anlatılamayacak kadar soğuktu. Diğdem de Milano’da havaalanında soğuk bir gece geçirmişti, kalın giysilerimizin olmayışı ve Milano’da kar yağdığı haberi bizi ürküttü açıkçası. Bizden kıymetli mi dedik, yaktık biletleri.

* Günlüğümü okuyan kadar okuyamayan da var, sebebi de Türkçe yazıyor oluşum. Günlük tutmaya başlamamın nedeni sadece yazmayı sevmem değil, altı aylığına geride bıraktıklarımı ne yapıp ne ettiğimden haberdar etmek biraz da.. Ailem, arkadaşlarımdan başka hiç beklemediğim telefonlar, iletiler de aldım; herkese çok teşekkür ederim, beni yalnız bırakmadınız. Ama telefonla ya da internetten sık sık görüştüklerime neyi ne kadar anlattığımı bilemez olmuştum ilk günlerde,en yakın arkadaşlarımdan birine ev tuttuğumu söylemeyi umutmuşum mesela, söyledim sanarak.. Kendi kendime tuttuğum notları yayınlamaya karar verdim ben de. Hem bir iz kalacaktı bugünlerden, hem kendimi anlatabilecektim sohbetini özlediğim sevdiklerime. Ayrıca bu bir erasmus günlüğüdür;tecrübemi benden sonrakilerle paylaşmak istiyorum.İlerleyen günlerde, Erasmus’a katılacaklara okul ve ülke seçiminde dikkat edilmesi gerekenler gibi bir derleme yapmayı düşünüyorum, iyi ki yapmışım dediklerimle hoşnutsuzluklarımı içeren.. Her neyse, günlüğümün amacı buyken geçenlerde bir ileti düştü facebooktaki posta kutuma. Çek bir arkadaş şöyle yazmış: ‘Günlük yazıyormuşsun, okumak istiyorum ama dilini anlayamıyorum,neden Çekçe yazmıyorsun sanki:)’ Mesajda görülen profilde kendisinin de günlüğü olduğunu fark ettim, tabi ki Çekçe.. Ama ben onunkini okuyabiliyorum, nasıl mı? Google Translate*1’e bir adresi kopyaladığınızda o sayfa ana dilinden seçtiğiniz dile çevriliyor. Aynı işlem tabi ki metinler için de geçerli; örneğin ben arkadaşıma, ‘Üzgünüm Google Translate Türkçe için kullanılamıyor, tüm günlüğü İngilizce ya da İtalyanca yazmam da zor, ama senin için yapabileceğimin en iyisi bu.’ yazıp Çekçe’ye çevirdim. Canımı sıkan nokta; otuz dört adet dil seçeneği arasında Endonezyalıların, Vietnamlıların konuştuğu diller varken Türkçe yok. Eğer o sayfaya ait yabancı dil seçeneği yoksa herhangi bir yabancı değil benim yazdıklarımı, Türk basınında yazılan tek bir sözcüğü bile okuyamıyor. Dolayısıyla dışarıda ne yazılıyorsa onunla anılıyoruz. Ben Sardinya’da gerçekleşen bir olayı neden başka kaynaklarda arayayım ki l’Unione Sarda’ya bakıyorum, İtalyancamın yetmediği kısımlarda Google’dan yararlanıyorum. Ama dilimizi bilmeyen biri bu yolla Türkçe web sitelerini anlayamıyor. Dikkatimi çeken bir diğer nokta da bizim haber kaynaklarımızın da (önde gelen haber portalları ve gazetelerin birkaç tanesini kontrol ettim, sadece Sabah gazetesinde İngilizce seçenek bulabildim.) yabancı dil seçeneği yok. Gizlilik içinde miyiz ki neden böyle? Gerçekten Türk kültürünü merak eden insanlar var, bana ülkemiz ve dinimiz konusunda sorular soruyorlar. Kendi anlatabildiklerimin dışında ‘Bak şuradan oku ,takip et’ diyebileceğim pek fazla güncel seçenek yok.. Bu konuda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorum.

* Çetin kış şartlarıyla boğuşuyoruz şu ara.Cennet adamız hep sıcak kalacak sanmıştık,yanılmışız..Soğuktan bu kadar şikayet etmemizin sebebi evimizde kalorifer yok,burada birçok evde yok..Tecrübelerime dayanarak söylüyorum elektrik sobası güvenilir değil on güne bozulabilir,evdeki katalitik soba için tüp aldık ve soba bulduk ısınalım diye kullanınca tüm gün, tam dört günde bitti. Hava biraz ısınınca soğuğa alıştığımızı fark ettik, ama ablamlar geldiğinde ne yapacağız kaygısına düştük. Çünkü ne kadar alışık olmadığımız koşullarda yaşıyor olsak da burayı sevdik biz, burada gerçekten mutluyuz fakat herkesten bunu bekleyemeyiz değil mi?


* Doğum günümden önceki gece Diğdem ve Serap’la kahve içmeye çıkmıştık, saat on ikide Piazza Yenne’ de sıcak çikolatayla girdim yeni yaşımın ilk dakikalarına.. Hava ılıktı,yürüdük biraz, Bastione’ nin önünden geçerken Diğdem Bastione’ye çıkmayı teklif etti.Açıkçası en çok istediğim şey orada olmaktı o anda, gecenin o saatinde o kadar çok basamağı çıkmayı göze alamayacaklarını düşünmüştüm ama sağ olsunlar, bu güzelliği yaptılar bana.. Erasmus gençliği bir partide eğleniyordu o saatlerde, biz tercih etmemiştik Cristiansız bir partiye gitmeyi.. On sekiz yirmi yaşlarında çocukların çaldığı gitar eşliğinde dans ettik gece yarısı Bastione’de yıldızların altı, şehrin tam tepesinde…

* Doğum günlerim bana hep bayram sabahı gibi gelmiştir, öylesine heyecanlı olurum ki hiç anlamam ‘Bugün doğum günüm müymüş? Unutmuşum..’ diyenleri.. Ablamın her yeni yaşımı dünyanın bir başka güzel kentinde kutlayabilmemi dileyen mesajıyla gülümserken mutfaktan tıkırtılar geldiğini duydum; Diğdem’ in bir şeyler hazırladığını düşünüp planını bozmadım. Mükellef kahvaltı sofrası, akşam yemeğinde de kültür buluşmasına sahne oldu. Diğdem Serap’tan aldığımız akıldan yola çıkarak söylemesi ayıp lavaş ekmeğinin çıtır halı diyebileceğimiz Sardinya ekmeği carasatuyu ıslatıp yumuşatmak suretiyle yufka haline getirerek börek yapmıştı, Sardinyalı (Sarda deyince anlaşılmıyormuş..) ev arkadaşlarımsa kendi mutfaklarının lazanyavari yemeklerini hazırlamışlardı.Sonrasında benden saklamak için türlü dolaplar çevirdikleri pasta çıktı ,ortaya..Çok duygulandım hem bu güzel sürprize hem de ilk kez altı kişi bir arada yemek yememize; yemek alışkanlılarımızın*2 çok farklı olması ve mutfağımızın yetersiz oluşu iki grubun ayrı zamanlarda yemek yemesine neden oluyordu ama bugün hep birlikte, doğum günü şarkısı söylüyorduk,keşke Aslı da yanımızda olsaydı ama ailesiyle birlikte bayram sabahına hazırlanıyordu o saatlerde Bursa’da.

* Beklenen misafirler geldiler sonunda: Ablam*3 ve Zeynep’i karşıladık. Şanssızlığımız şu ki onların geleceği gün, her günden daha soğuktu*4, zaten yol yorgunu oldukları için bir anda şartlar hiç de içi açıcı görünmedi.. Neyse ki; Cristian, Alessandra ve Esmée’ yle tanıştıktan sonra neden bu küçük adada kış vakti bile bu kadar mutlu olduğumuzu anladılar. Burada sahip olduğumuz şey, konforlu bir ev ya da herhangi bir lüks değil; ama günün olmadık bir saatinde sokakta gezebilmenin keyfi, sürekli bir neşe içinde, önyargısız ve genellikle komplekssiz insanlarla kurulan dostluklar. Burada olma sebebimiz bir mecburiyet değil; en az yükümlülük ve en fazla eğlenceyle, kültür alış verişi ki bu alışverişte hep alan tarafız.. Öte yandan kimi zaman öyle bir tatlı hayat ki bu haliyle insanları çirkinleştiren hırs varsa bile su yüzüne çıkmıyor. Kendi kendine kalmanın olumlu /olumsuz yönleriyle tanışmak, hayatı öğretiyor biraz ama aynı hayat yıpratıcı sorumluluklar taşımayı, çetin mücadeleleri ve bu esnada verilen sınavları da içeriyor.Haliyle bu ada, ablamın dediği gibi, bir masal ülkesi bizim için.. Bir hafta sonunda gerçek hayattan yanıma ışınlanan ablam bunları fısıldadı sanki bana, haydi biraz daha tadını çıkar dedi ve gitti. Özetle güzel birkaç gün geçirdik,özlem gidermeye çalıştık(detaya girmiyorum,yoksa bitmez bu yazı..) ve sanırım ablam ile Zeynep buradan memnun ayrıldılar, yakında ben de döneceğim gerçek hayata. Şimdilik gökten iki elma düştü; biri ablama,biri Zeynep’e.. Üçüncüsü de düştü düşecek..



*1: http://translate.google.com/?hl=en
Benzer özellikte anlık web sayfası çevirisi yapan ve Türkçe’yi tanıyan bir web sitesi biliyorsanız öğrenmek isterim.

*2:mercimekli sosis pratik bir öğle yemeği olabiliyor onlar için mesela,ya da ne eti olduğunu bilmediğimiz kötü kokusu yüzünden odamıza hapsolduğumuz spiral şeklinde bir sucukları var,evlerden ırak..
*3: Belirtmeden geçemeyeceğim,ablam dev bir bavulla geldi.Şahsen birkaç parça eşya ve Türk mutfağından mini örnekler bekliyordum,yani evet bir liste oluşturup ‘yardım paketi’ adıyla ablama yolladım, kabul ama o koca bavulun tamamından yemek çıkınca ağzımız açık kaldı..Bavuldan çıkanların birazını yazsam cidden kıtlıktayız sanır, postaneye koşarsınız ama neredeyse bir ay oldu gelenleri daha yarılayamadık bile, sanırım döner konusunu abartmışım haliyle annem de bundan etkilenmiş..Bir aydır evimiz kebap festivali havasında ,hatta bir ara Sardinya bayrağındaki gözü bağlı dört zencinin, gözlerini açmış döner keser halde resimlerini bile çiziktirdim,öyle bir keyfim geldi yani...Anneme,babama,ablama ve kayıp kardeşim Zeynep’e teşekkürü borç bilirim.
*4:Şu satırları yazdığım tarih itibariyle Cagliari’ de hava 16°C, en düşük de 8-9°C oldu bu zamana kadar sanırım ama evde ısıtma sistemi olmadığı gibi ısıyı tutacak (çift cam,parke,halı vs) en ufak bir çözüm düşünülmemiş...

30 Kasım 2008 Pazar

Hola Barcelona, Gràcies Gaudi!

20 Kasım 2008

Girona’da on dört saat nasıl geçer?

Dört arkadaş çıktık yola*1,öğrenci işi gezi yapıyoruz; süslü anlatımı tercih edecek olursak belki bohem tarzı benimsedik belki çiçek çocuklara özendik.. Girona Havalanı’ndan Barselona’ya doğrudan otobüsler mevcut, diğer seçenekse önce otobüsle Girona’ya geçip ardından trenle Barselona’ya varmak.. Hep heves etmişimdir ama hiç trene binmemişimdir, birçok ilk gibi bu da Avrupa’ya kısmetmiş..Tabi bu uzun yolu tercih nedenimiz sadece anılarımıza anı katmak değil en ekonomik çözüm bu. Havaalanına iner inmez edindiğimiz broşürlerden bu yolu izlemeye karar veriyoruz. Karar verdik güzel, ama geriye geçirilecek on dört saat kalıyor; ne yapmalı? Evde olsak ne yapacaktık bu saatte, diyor birimiz. Cevap: Nette takılacaktık. Bunu yapmamız pek mümkün gözükmüyor gece boyunca, sohbet etmeye uğraşıyoruz. Yetmiyor, böyle durumlarda kitap ya da oyun kartı gibi şeyler bulundurmak lazım aslında ama zaten sırt çantası var yanımızda sadece ve getirebileceğimizin en azını yanımızda taşıyoruz. Dolayısıyla oyalanmak için sadece hayal gücü gerek: Kurtar bizi sessiz sinema!!!Kesinlikle çok eğlendik..Vaktimiz bol her filmi de biliyoruz, kitaba geçtik ‘Kolera günlerinde aşk’ı, ne kadar hastalık varsa saydırmak suretiyle bildirdi Aslı, Çağrı’ya.. Alice Harikalar Diyarında’ya kadar çıtamız düştü bir ara, ‘harika’ sözcüğünü saçımı bir o yana bir bu yana sallayarak anlatmaya çalıştım; ‘nasılım?’ sorusunun cevabı ‘güzelsin, havalısından; kendini beğenmiş, ukala, kibirlisine dönünce Harika Avcı’yı devreye soktum; oldu. Bu arada orada az sayıda da olsa yemek yiyen insan bizi izliyordu eğlenerek.. Çağrıdan rövanşı ona ‘Gırgıriye’de Şenlik var’ ı anlattırarak aldığıma inanıyorum.. En azından Adnan Şenses’in figürlerini az sayıda da olsa bilen İspanyol var artık…

Sessiz sinema bir yere kadar hepimiz biliyoruz ki burada uyuyacağız. İnsanlar havaalanında sabahlıyorlar; biz de öyle yapmayı düşündük ve gecenin bir vakti yiyecek bir şeyler alıp deri koltuklu kanepeleri olan kafeteryaya geçtik, geçiş o geçiş uyuyakalmışım...Nöbetleşe uyuyacaktık ama arkadaşlar epeyce dayandılar, bir ara mp3 çalarlardan birinden Oj nenna né *2 çalıyordu, sese uyandım: Gigi D’Alessio’nun albümü var Cristian’da,bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok güzel olduğunu söylemiştim. Eve dönüş şarkım oldu benim, sonra diğer Türk kızlar da sevdiler.. Artık sadece benim değil hepimizin Cagliari şarkısı bu ama artık adadan çıkma isteği öyle bir hale gelmiş ki uykumdan uyanıyorum bu şarkıda sanki Cristian beni eve bırakacak diye panikliyorum: Eve değil Barselona’ya gideceğim Cristian! Ama Cristian bağırarak şarkısını söylüyor ve ‘non asgio capit(anlamadım) diyor basıyor gaza.. Adadan çıkamadığımın kabusuymuş neyse ki gözümü açıyorum herkes masa başında sohbet ediyor, tekrar uykuya dalıyorum.. Bu sefer ‘Tüm şehir ağladı’ çalıyor, Aslının (ev arkadaşım değil, müzisyen olan) ablasına yazdığı şarkı bu..Yanılmıyorsam Aslı’nın ablası, zaman zaman uzak yerlere gidip uzun süre eve dönmüyor,bir kez geri geldikten sonra tekrar çekip gittiğinde bu şarkıyı çıkıyor: ‘Tüm şehir ağladı sen gittin diye, mecbur musun hep bu kadar uzağa gitmeye..’ İlk kez ayrı kaldığım ablamın doğum gününden beş gün sonra bu şarkıda uyanınca bir tuhaf oluyorum, özledim onu.



*1: Yola çıkarken giyilmesi ve sırt çantasında olması gerekenler: öncelikle yürüyüş ayakkabısı çok önemli, buna dikkat etmiştim, ayakları hiç ağrımayan tek kişi ben oldum. Mont/kaban, hava durumuna göre giyip çıkarabileceğiniz ince ve kalın hırka, yedek t-shirt, çorap, çamaşır; mevsime göre şal ya da atkı ve eldiven. Kızlar için tayt eğer kalınsa iyi bir çözüm hem çantada ağırlık yapmıyor hem ısıtıyor.. Küçük bir şemsiye, telefon ve fotoğraf makinesi için yedek pil ve şarj aleti, mendil, yara bandı. Bir de nevale çok önemli, orada hata etmişiz; sandwich hazırlanmalı kesinlikle.. Ama biz de çok sayıda kraker olsun, mini mini kekler olsun alıp çantalara dağıtmıştık; yetti bize.

*2: http://www.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA.youtube.com/watch?v=O_cOntT_RRA


21Kasım 2008

La Rambla: Titre ve kendine gel!!

Hedefe adım adım: Bizden önceki Erasmuslardan aldığımız tavsiyeler doğrultusunda, Barselona’ya varınca hostel bulacağız. Nerede? La Rambla’da..Neresi orası, Barselona’nın İstiklal Caddesi.. Otobüs ve treni kullanarak Barselona’ya varmıştık, La Rambla için de metro ağını kullanıyoruz.Metro çıkışında Katalan müzisyenlere kulak veriyoruz,ellerinde gitarları bizi selamlıyorlar sanki.. Nihayet La Rambla’ya çıktığımızdaysa şöyle bir sarsılıyoruz, öylesine bir enerji var ki bu caddede çarpıyor bizi. La Rambla; bin bir rengi, tüm dinamizmiyle karşımızda duruyor. Kendimizi almaya çalışıyoruz büyüsünden çünkü hostel bulmamız gerek, aslında bu internette önceden yapılabilecek bir şey ama gözümüzle görmediğimiz bir yere para vermeyi mantıklı bulmuyoruz; hem sağ olsunlar tecrübeli arkadaşların öğütleri de bu yönde, zaten La Rambla’da sayısız hostel mevcut. Hostellerin handikapı kız-erkek karışık kalınması ve biz bunu kesinlikle reddediyoruz, o nedenle biraz vakit alıyor bir yere yerleşmemiz ama buluyoruz üç kız bir odada kalınabilecek bir yer. Çağrı’yı da başka bir hostele yerleştiriyoruz, nasılsa onun böyle problemleri yok; birkaç güzel kızla aynı odada kalıyor gene.. Bu aramalar sırasında insanlar ve mimarinin yanı sıra farklı restaurantlar dikkatimizi çekiyor: Hintliler Türk yemekleri satıyorlar, Türk olmadıkları halde Türk isimli kabapçılar göze çarpıyor. Odaya yerleşir yerleşmez, teftişe gidiyorum; Cagliari’dekilerden iyi, bu kadar ama.. Sonra geçip dinleniyoruz odamızda, akşam bir La rambla gezisine hazırlıyoruz kendimizi..

La Rambla için ne demeli? Deli dolu,dopdolu ve her vaktinin tadı başka.. Ortada geniş bir kaldırım, taşıtlar için sağlı sollu birer şeritten oluşuyor bu cadde, yayalara ayrılan bu geniş kaldırımda performanslarını sergileyen soytarılar, sokak ressamları var. Biri Ronaldinho olmuş topunu sektire sektire merdiven çıkıyor, diğeri kim bilir kaç tane top çevirirken elinde aynı anda topuk dansıyla ritm tutuyor, bir başkası peri kızı. Kısa aralıklarla hediyelik eşya, envai çeşit hayvan ve çiçek satan dükkan var ve İspanyollar kadar farklı ülkelerden insanlar da geziniyor.. İstiklal Caddesine benzetilmesinin nedeni şehrin en işlek yeri, kalbi oluşundan,her saatinin ayrı bir rengi olmasındandır yoksa ne İstiklal Caddesi bu kadar ferah ne de çınlayışı kulağımdan gitmeyen kırmızı tramvayım akıp geçiyor dünya kalabalığını yara yara bu güzelim havada.. Kıyaslamak tadını kaçırır iki güzelin de.. Limana varıyoruz, denize hakkettiği ilgiyi ve saygıyı göstermiş bir liman burası..Akvaryum var ama kapalı o saatte, denizi gözden kaçırmayan cam cepheyle geçilmiş bir alış veriş merkezi de mevcut.. Ama alış veriş merkezi bizim önceliğimiz değil..(Bir pişmanlık kemirir burada içimizi, ah ahh..)

Önceliklerimiz Gaudi’nin eserleri elbette, ama kim es geçebilir Hard Rock Cafe’yi, süzülüyoruz kapıdan içeri; saksafonlardan oluşturulmuş dev bir avize karşılıyor bizi, ekrandaki U2 konseriyle birlikte. Hemen ilk kolonda Keith Richards’ın bilmem hangi konserde giydiği deri ceket asılı.. Bütün duvarlar birçok rock yıldızının imzalı gitarlarıyla süslü, alt katta Aerosmith için bir köşe oluşturulmuş. Tabi ki hatıra isteyenler için girer girmez solda bir hediyelik eşya dükkanı var; hemen herkeste olan Hard Rock Cafe t-shirtleri ilgimi çekmiyor pek, ama minik bir Hard Rock Cafe Barcelona rozeti alıyorum.


Yollar bizim vaktimiz bol; devam ediyoruz yürümüye epey sonra elimizde harita gezinirken kalakalıyoruz karşımızda Casa Batllo’yu görünce.. Biraz seyrediyoruz güzelliğini hayretle, sonra onu gündüz gözüyle görmek için ayrılıyoruz..



22 Kasım 2008

Bırak kararı rüzgar*1 versin!!!!

Casa Batllo*1’yu bulmak için ilerlerken sokaklarda, Aslı La Rambla’yı çevreleyen ağaçlara bakıp sonbaharın Barselona’ya yakıştığını söylüyor; bense güzün hüznünü göremiyorum sarı yapraklarda; sanki onlar salındıkça bu şehir göz kırpıyor muzipçe de güz atıveriyor hüznünü üstünden.. Sadece bahar var burada; başı sonu yok, süregelen bir neşe var belki de hep..

Derken dün geceki masalsı yapının aydınlık yüzü bize gülümsüyor, şehrin en neşeli yüzü Casa Batllo yine karşımızda. Gaudi’nin renk ve ışığın dansı için türlü oyunlarla tasarladığı Casa Batllo’ nun balkonları aşağıdan bakıldığında insan yüzünü andırıyor sanki, çatıdaki insan figürlü bacaları görmek için yolun karşısına geçmek gerekiyor. İçeri girmekse birçok turist gibi tarafımızdan da tercih edilmiyor zira fiyat oldukça yüksek. O nedenle bu rüyadan uyanıyor, öğrenci kartlarımızı göstermek ve daha makul bir ücret ödemek suretiyle başka bir rüyaya dalıveriyoruz: La Pedrara’ya..

La Pedrara, taş ocağı anlamına geliyormuş; cephesi dalgaların aşındırdığı taş yüzeyleri andırıyor, içinde de tek bir düz duvar yok. Girişte süreli sergiler gerçekleşiyor, bizim şansımıza karşı devrimci Alexander Rodchenko çıkıyor. Rodchenko'nun fotoğraf, resim ve çizimlerinin yanı sıra tasarladığı objeler de sergileniyor: Kırmızı –siyah satranç masası, satranca meraklı Didem’in ilgisini çekiyor. Diğer bir tarafta Gaudi’nin eserlerinin plan ve maketleri sergileniyor. Pencereden süzülen ışık dikkatimizi dağıtıyor, apartman boşluğundan gördüklerimiz bile bizi yukarı çekmeye yetiyor; dosdoğru çatıya çıkıyoruz. Peri bacalarını andıran yükselip alçalırcasına yerleştirilmiş bacaların arasından geçerken şehri seyrediyoruz. Sonra Japon turistlerle yarışırcasına fotoğraf çekmeye başlıyoruz, derken ‘Bir fotoğrafımızı çeker misiniz?’ diyor biri,Türkçe.. Çok tuhaf geliyor bize, sanki Türkçe sadece dördümüzün arasında kullanılan gizli bir dilmişçesine bakıyoruz genç adamın yüzüne.. Sonra ‘Tabi ki’ deyip fona la Sagrada Familia’yı alırken sonraki hedefe gülümser gibiyim. Buraya doymak ne mümkün ama hava kararmaya yakın artık inelim aşağı diyoruz ve bir aile yaşarmışçasına düzenlenmiş, dönemi yansıtan örnek dairenin içini geziyoruz. Mutfağından hizmetli odasına her bölümde, her ayrıntı düşünülmüş. Özellikle çocuk odasındaki ahşap oyuncaklara bayılıyoruz;o kadar canlı, o kadar sevimli ki her şey, gerçekten biraz sonra çocuklar odalarına döneceklermiş gibi..

Biz de sokaklara dönüyoruz neşeyle, dünyanın en çok turist çeken şantiyesi La Sagrada Familia’ya doğru yol alırken yorgunluğumuzun farkında değiliz. La Rambla’daki gençlikten pek bir farkımız yok, sonsuz özgürlük hissi ruhumuzu ele geçirmiş,bağıra bağıra şarkılar söylüyoruz her telden,aklımıza ne gelirse ama bir şarkı var ki sanki bugün tekrar tekrar söyleyelim diye yazılmış,özellikle de bu kısmı: İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı/Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı/Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı/Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı!!!! *Şarkının sözlerini pek bilememekle birlikte birkaç tekrardan sonra ben de katılıyorum: Her Günün Bir Güzelliği Var/En Güzel Anımdayım…

Gecenin karanlığında karşımıza çıkan La Sagrada Familia*3 şarkıyı bıçak gibi kesiyor. Ürkütücü bir hali var, Gaudi’nin ömrünün tamamlamaya yetmediği yapının. Yaklaşıp, dantel gibi işlenmiş yapıya baktıkça ‘zaten bir ömür yetmezmiş ki..’ diyoruz… Gaudi’nin vasiyetinde inşaatın devlet eliyle değil gelen bağışlarla sürmesi yazılıymış fakat bu hali daha çok turist çektiğinden projeye sürekli yeni şeyler eklendiği de söylenmiyor değil.. Bizse taklit edilemezliğinin devamına engel teşkil ettiğini düşünmüştük.. Öyle veya böyle akıl almaz detaylarla bezeli La Sagrada Familia*3’yı bir kez olsun görmek ve bambaşka bir şehirde öylesine keyifle amaçsızca gezmek gerek biraz da rüzgara kapılmışçasına… Söylenen hiçbir şeyi anlamıyor, sadece Hola ve grazies*4 diyebiliyoruz ama umrumuzda mı? Bir kısmı değil, işte tamamı son üç günün şarkısının, orada çok sevdim bu şarkıyı:

Bizim Bayramı Çocuklara Devredeli
Çok Düşünür Olduk
Bizim Tarih Eskidikçe
Çok Kasılır Olduk

Mam Lazım Dilimize Laf Geleli
Adam Olduk Sandık
Es Geçmeyi Üvey Bilince
Hep Boyumuz Uzar Sandık

İnsan Biraz Kendine Zaman Çalmalı
Yoldan Çıkıp Biraz Farkına Varmalı
Hayat Kısa Biraz Daha Tatmalı
Prensipleri Biraz Bazen Unutmalı

Her Yaşın Bir Güzelliği Var
En Güzel Çağımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Her Günün Bir Güzelliği Var
En Güzel Anımdayım
Ya Gelir Geçersin Hayatımdan
Ya Da Gelir Kalır

Bi Gel Yanıma İstersen
Tut Elimi Yeniden
Bırak Kararı Rüzgar Versin


*1: Kenan Doğulu’nun sanıyorum son albümünden, hep birlikte söylendiğinde çok daha güzel olan neşeli şarkı:
http://www.youtube.com/watch?v=QwXeitiv4BE

*2, *3: Gaudi kimi zaman müzisyenlerin ilham kaynağı olmuş:
2009’da Türkiye’ye gelip Portecho’yla çalışmayı planlayan Brazzaville’nin Casa Batllo’sunun sözlerine buradan ulaşılabilir:
http://www.brazzaville2002.com/
La Sagrada familia:
http://www.youtube.com/watch?v=jwaMqOawvLk

*4: hola, merhaba. Gràcies de tahmin edildiği üzere teşekkürler ama İspanyolca değil Katalanca..





23 kasım 2008

Park Güell’den A La Turca’ya son yirmi dört saat:


Son günümüze damgasını, görmeyi hevesle beklediğim Park Güell vuracaktı başlı başına ama tam olarak öyle olmadı.. Bugüne en baştan başlayalım:


Günün programında öncelikle Park Güell, sonra da Picasso Müzesi var. Fakat farkında olmadığımız gerçek şu ki bugün Pazar ve öğleden sonra müzeler kapalı.. Dolayısıyla hem Dali hem de Picasso’yla vatanlarında rastlaşamama gibi bir hayal kırıklığı yaşadık. Gündüz gözüyle Park Güell’e çıkma hevesim yüzünden sanırım kabahatin çoğu benim, önceliği müzelere verseydik böyle olmayacaktı belki ama napalım canımız sağ olsun.

Bu kadar hevesli olmamın sebebi kesinlikle gelmeden kısa bir süre önce izlediğim bir film: ‘İspanyol Pansiyonu’ adıyla gösterilen L'auberge Espagnole*.. Erasmus’la bir yıllığına Barselona’ya gelen gencin baştan sona (sayısız evrakla boğuşması, ev arama süreci, farklı ülkelerden altı ayrı gençle birlikte yaşaması, arkadaşlıkları, kafa karışıklıkları ve bu tatlı hayatın da bir sonu olduğu gerçeği, buna da uyum sağlaması gerektiği vs..) yaşadıkları, şu anda buna karar verebilecek konumda biri olarak söyleyebilirim ki, sahici bir dille anlatılmıştı. İzlerken bir Erasmus’a katılma, bir de Barselona’yı görme isteğinin insanı dürteceğini düşündüğüm filmden aklımda kalan en güzel fotoğraf park Güell’di. Park Güell, Gaudi’nin gördüğümüz diğer üç eseri gibi şehrin işlek yerlerinden birinde değil. Nedeni; başlangıçta bu alanın sadece elit bir kesimin faydalanacağı, Gaudi’nin elinden çıkma konutlardan oluşan bir yaşam alanı olarak düşünülmesi fakat hem Gaudi’nin beklenmedik ölümü hem de maddi gücü yetecek kesimin burayı uzak bulup tercih etmemesi projenin hayata geçirilememesine sebep olmuş.. Kadere bakın ki şimdi zengin, fakir, genç, yaşlı dünyanın her yanından insanın saatlerce kalabileceği bir parka vermiş iş adamı Güell adını, lüks konutlar yerine..

Park uzak olsa da ulaşılmaz değil, en azından günümüzde. Metrodan Lesseps durağında inip ilerliyoruz, sonrasında haritamızı açıp yönümüzü bulmalıyız; bu bir yöntem ama hata payı var. Mükemmel yöntemin Japon turistleri izlemek olduğunu düşünüyorum açıkçası, zaten biz haritayı evirip çevirip konuyu karara bağladıktan sonra da onların peşi sıra gittiğimizi fark ediyoruz. Bir Japon’un peşine takılıp dünya gezilebilir bence, mümkündür bu...
Yeşillikler arasına gizlenen yürüyen merdivenler yardımıyla çıkıyoruz dik yokuşları ve böylece varıyoruz görmeyi iple çektiğim parka. Şehri ve Hansel ve Gratel’in evlerini andıran yapıları seyredebileceğiniz, rengarenk mozaiklerle süslü bankların kıvrımlarla kuşattığı çok büyük bir balkon burası… Aklıma yine İspanyol Pansiyonu geliyor, Barselona’da yaşama ihtimalim olsa kesinlikle sık sık geleceğim bir yer olurdu deyip Cagliari’de tanıdığım birçok kişiyle tanıştığım yer olan Bastione’deki eylül gecelerini anımsayınca birkaç dakika içinde bulunduğum bu parkta kendimden bir şeyler buluyor ve bu yüzden sadece beğenmiyor, seviyorum da burayı.. Gelirken olduğu gibi dönerken de bu kentten aklımda kalan en çok bu fotoğraf olacak çünkü içinde yaşanılıyor, ulaşılıp dokunulabilir, paylaşılabilir bir güzellik ama biz yine de seyirlik kısımlarını da es geçmiyoruz: Şehrin sembollerinden olmuş mozaik kertenkelenin su fışkırttığı havuzun etrafına dizilip objektife gülümsüyoruz. Şekerdenmiş gibi görünen hediyelik eşya dükkanını geziyoruz, öncesinde de aşağıdaki yüksek kolonların arasında Çinli bir müzisyenin gitarına kulak veriyoruz.

Park Güell’den sonra da bir şeyler yaptık elbet ama sözü daha fazla uzatasım yok. Yazının buradan sonraki kısmı artık ne Barselona’dır, ne Gaudi.. Tek bir cümleyle de özetlenir aslında, her bir sözcüğü diğerine kilometrelerce uzakken dört duvar arasında buluşan, kaynaşan ama farkındaysanız sevmiyorum özetleri..


Akşam yemeği için ne yiyeceğimize karar vermiş değiliz, önceki akşam yediğimiz tapastan pek hoşnut kalmadığımızdan artık macera aramıyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi sıra sıra kebapçılar var ama lezzette sınıfı geçmiş değiller. Bir de Türk olmadıkları halde dükkanına Turkuaz ismini veren ya da tabelasına nazar boncuğu iliştirenlere tepkiliyiz.. Aslı azim içerisinde hepsini gezip ‘Türk müsünüz?’ diye sorup duruyor ta ki A la Turca’ya gelene kadar.. Biz Didem’le sohbete dalıp ilerlemişken Aslı’nın heyecan içinde bize seslendiğini duyuyoruz; sonunda bulmuş! Atilla Ağabey, ‘Kardeşim gelin bir çayımızı için’ dediğinde nasıl da gurbetçi hissediyoruz kendimizi, şaşkın şaşkın gülüp geçiyoruz içeri.. Bildik demleme çay içiyorum üç aydır ilk kez, eşikten içerisi Türkiye sanki.. (Almanya’da olsak bunu her gün yaşardık, ama Sardinya’ da imkansız.) Bilmediğim bir müzik kanalı açık televizyonda; Türkçe şarkılar çalıyor, hemen hepsine eşlik ediyoruz. Atilla Ağabey (A la Turca’nın sahibi) Faslı arkadaşıyla birlikte, bizimle özel olarak ilgileniyor; bizzat hazırlıyor Adana kebapları…

Çok sıcak bir ortam var A La Turca’da, gecenin geç saatlerine kadar orda kalıyoruz. Karşı masada İsveçli tatlı bir kızla Norveçli bir genç oturuyor. İsveçli kız gelip bizimle tanışıyor, İsveç’te Türk arkadaşları varmış, onlardan bahsediyor. Sonra iki masa karşılıklı atışmaya başlıyoruz; bir İskandinav, bir Türk şarkısı… Atilla Ağabey, Norveçli genci gösterip ‘Bir dinleyin, başka yerde bulamasınız!’ dediğinde herhalde Türkçe birkaç sözcük biliyor onu söyleyecek diye düşünüp nezaketen gülümsüyoruz ama kalakalıyoruz söylediği şarkıyı duyunca:Tam şivesiyle; ‘Ben senu sevdiğimu dünyalara bildirdum.. '

Norveçli Håvard, Barselona’da müzik eğitimi alıyor ve çello çalıyormuş, farklı kültürlerin seslerine meraklı, müzik festivallerini geziyor. Türk müzisyen arkadaşlar da edinmiş kendine. Adını yazıyor bir kağıda facebooktan onu ekleyelim diye.. Sonra bize bir Norveç şarkısı öğretiyor, o kadar hevesli ki öğretmeye sözlerini anlayamayız nasılsa diye melodiyi ezberletip kanon yaptırıyor dördümüze. ‘Ebruli’ çalarken fonda Atilla Ağabey Norveçli kızla bachata yapmaya başladığında, Håvard da yerinden kalkıp çellosunu kutusundan çıkarıyor ve şarkıya eşlik etmeye başlıyor. Biz de büyük bir zevkle katılıyoruz: Benim adım ebruli biraz gerçek biraz hülya, yalanımı sevsinler aşksız dönmüyor dünya..
Türkçeyi de İspanyolca gibi seri konuşan Atilla Ağabey bütün gece dinmeyen enerjisiyle Almanya’da geçen çocukluğundan, Polonyalı kızlara, Katalan kültüründen Fas’ta yabani ot gibi biten kenevire pek çok konuya değiniyor ve bir yandan da dilinden düşürmüyor Almanya’da ardında bıraktığı babasını ..


Başımız dönmedi değil; Barselona, Adana, İsveç, bachata, Norveç, çello ve ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim…Yolunuz düşerse bir gün Barselona’ya gezeceğiniz yerler belli aşağı yukarı, listeye bir de A La Turca’yı ekleyin derim, Atilla Ağabey’e de sevgilerimizi, selamlarımızı iletin..






*:2003 yılında İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş, ödüllü bir film bu arada. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=l%27auberge+espagnole&nr=y&pt=ispanyol+pansiyonuhttp://www.youtube.com/watch?v=LBKilZSC6sQ








26 Kasım 2008 Çarşamba

Villasimius: Tom Cruise ya da Şantiye Yemeği


5 Kasım 2008
Yakın zamanda ev arkadaşlarım ve Alessia’yla bir Villasimius maceramız oldu. Gezme hevesinde gençleriz, özellikle de ben bu konuda başı çekiyorum ama sürekli bir şeylerin oturmasını beklemekten, değil adadan Cagliari’den bile çıkamamıştık.

Gelmeden önce, algıda seçiciliktir belki, hani şu gazetelerin*1 arka kapağındaki şu ünlü şurada tatil yapıyor türünde haberlerin hepsinde Sardinya*2 Adası dikkatimi çekiyordu; Kate Moss yazın tadını çıkarıyor, C. Ronaldo nişanlısıyla tatilde, falan filan.. En son Ertuğrul Özkök’ün Sardinya’ya gittiğini okumuştum köşesinde, yazılarını genellikle takip etmememe rağmen… Keyfime düşkünlüğüm herkesçe bilinir ya jet-set’in tatil beldesinde okumaya gittiğimi söylediğimde artık ‘pes’ dediler…

Villasimius, Costa Smeralda’dan (Sardinya’nın kuzey ucunda, bizse güneydeyiz..) sonra adanın en çok tercih edilen tatil beldesi ama maalesef Villasimius ile ilgili de anlatacak pek bir şey yok, çünkü gittiğimizde aylardan ekimdi.. Belki Temmuz, Ağustos olsa terk edilmiş gibi görünen o güzelim kumsalda Tom Cruise*3 la yan yana fotoğraf çektirme şansımız olabilirdi ama biz bizim gibi üç beş meraklıdan başka sadece birkaç Afrika kökenli işportacı ve bir Çinli ayak masözü gördük..
Ekim olması tek başına en kötü sonucu vermiyor, aynı zamanda günlerden pazardı: İtalya’da (ya da en azından Sardinya’da) yabancılara özel bir maarif takvimi hazırlayıp Pazar günlerine çarpı atılmalı bence; ‘Hiç davranma kapıya doğru, yat uyu herkes öyle yapıyor. Öğlene doğru bir makarna kaynat ve günün bitmesini bekle!..’ Haydi bir ukalalık ettik çıktık dışarı diyelim, şehir içinde bile her istediğimiz yere otobüs yok,değil ki Villasimius’a.. Misal biz Villasimius için 08:15’te otobüse bindik, yol bir-bir buçuk saat ve dönüş sadece 18:30 da.. Alessia ve ben bir şeyler yemiştik, ama Aslılar geceden beri aç.. Otobüs şoförüne en yakın marketi sorduğumuzda tüm marketlerin kapalı olduğu cevabını alıyoruz ve bunun üzerine nasıl bir ruh hali içine girmişsem Tevfik Fikret’le tanıştırıyorum Villasimius’u: ‘Bugün yine açız evlatlarım diyordu peder…’ Neyse ki ben geri kalan dizeleri hatırlayamadan açık bir market görüyoruz. Bize gün boyu yetecek erzakları tedarik ettikten sonra belediyenin parkına konuşlanıyoruz, şantiye yemeğinden hallice bir şeyler yiyoruz.. Sonra sahili buluyoruz; deniz, kum, biraz da güneş.. Diğdem şezlonga iki eurodan fazla vermem diyor, kabul ediyorlar. İki euroluk şezlonglarımızda üstümüze plaj havlumuzu örtüp uyuyoruz akşama kadar. Çünkü yapılacak hiçbir şey yok, ne gezecek bir yer, ne güzel bir şeyler yenebilecek bir cafe, her yer kapalı.. Aslı dönüş yolunda manzaranın güzelliğine bakarken ‘Mevlam vermiş, siz yatın uyuyun diye mi?’ diyor, ‘Bir daha da adanın hiçbir yerini merak etmeyeceğim..’

O nedenledir ki bugün Barselona biletlerimizİ aldık, Milano öncesi Barselona’dan bildirmek dileğiyle..






*1:İki aydır elime Türk gazetesi almadığımı fark ettim şimdi, evimize gazete girmediğini de.. İtalyan ev arkadaşlarım gazete almıyorlar, hali hazırda bilgisayarlarını da kendi şehirlerinden getirmiş değiller. İnternet olmadan nasıl yapabildiklerini sordum, hiçbir şeyi merak etmiyorlar mı? Ben arama motoru bağımlısıyımdır mesela, olur olmaz her şeyi yazıp ne neymiş bakarım.‘Görmek istediğimiz herkes burada’ cevabını alıyorum ki bu sorumun cevabı değil. Bu sınırsız bilgi ağı, msn ve facebook harici kullanılmıyor bazı insanlar tarafından demek ki… Her şeyden geçtim, haberleri filan nerden duyuyor bu insanlar diye düşünmeye başladıysam da Aslı televizyon denen nesneyi hatırlattı: Sadece Avrupa Yakası için açtığım alet olsa gerek.. Belki bir-iki program daha.. Bu arada ekonomik krizden dolayı diziler iki haftada bir mi yayınlanacakmış Türkiye’de, öyle bir şeyler çalındı kulağıma, üzerinde durmadım, Reşat Nuri ve çağdaşlarının ahı tuttu belki de.. En son hatırladığım; her romanı hazır dizi senaryosu gibi görüyorlardı. Biraz durulur belki bu furya.

*2: İsrarla yanlış yazıyorlar: Sardunya değil efenim, Sardinya..
*3: Villasimius gezimizden hiç de memnun kalmadığımızı açık açık söyleme gafletinde bulunduk Cristian’a, şaştı kaldı. Yazın gitmeliymişiz, Tom Cruise da oradaymış.. ‘Amaaan ahı gitti vahı kaldı onun da..’ dediysem de yandaş bulamadım, zaten inanarak söylememiştim denemeydi..

12 Kasım 2008 Çarşamba

Cagliari Şehir Turu: Tarih, Coğrafya, Üstüne Tadımlık Madroño

8 Kasım 2008


Geldiğimden beri ilk kez gündüz gözüyle bir aktiviteye şahit oldum: Cagliari şehir turu.. Genellikle Erasmus öğrencilerinin buluşma yeri hemen her gece Bastione, aralarda Erasmus Meleklerimiz*1 değişiklik olsun ya da görevlerini yerine getirmiş hissetsinler*2 diye kapalı mekanlarda partiler düzenliyorlar. Bu sefer de, neden bilmiyorum, bu tarihte bir şehir turu düzenlendi, etkinlik ayırmayan bir genç olarak turda yerimi aldım, size de bunları getirdim:
■Katılım azdı; alkol içermemesinin başlıca sebep olduğunu düşünüyorum.

■Hemen her gece toplandığımız Bastione’nin hikayesini dinledik; burada yazamayacağım kadar uzun, çıkardığımız ders şudur: Tarihi her ülke kendine göre yazabiliyor*1… Çoğunluğu İspanyollar’dan oluşan bir gruba Sardinya’nın maruz kaldığı İspanyol saldırılarından bahsedilmesi bir yerden sonra İspanyollara cevap hakkı doğurdu, kimin nerede haklı olduğunu anlayacak düzeyde İtalyanca bilemesek de Sardaların mazlum bir halk olduğu açık.

■ Günün en şaşırtıcı dakikalarını anfitiyatronun girişindeki meyve ağaçlarını görünce yaşadık. Ana, bu meyvenin Madrid’in simgesi*2 olduğunu, hatta Madrid’in isminin de bu ağaçtan geldiğinin düşünüldüğünü söyledi. İspanyolca adı madroño olan ve Madrid bayrağında*3 da bulunan bitkinin İngilizce karşılığı ‘tree strawberry’.. Nesi ilginç derseniz, buradaki ‘çakma’sı mürdüm eriğiyle şeftali arası tatlı masum bir şey, mesele yok ama Madrid’in madroñosundan üç tane yiyince kafayı buluyormuşsunuz…

■Gelgelelim anfitiyatromuza… Collessium kadar görkemli bir yapı olmasa da bu ‘ölüm arenası’ da gladyatör dövüşlerine sahne olmuş… Merdivenlerden aşağı inip içerisini inceliyoruz; vahşi hayvanların bulunduğu alanları, ölmek üzere olan gladyatörlerin getirildiği iki ayrı kapısı olan odacıkları geziyoruz. Kapılardan biri can çekişen gladyatörün içeri bırakılması, diğeri de bedeni terk eden ruhunun odadan dışarı çıkması için… Bakmayın insanları öldüresiye dövüştürüp izlediklerine, ruhu önemsiyorlar…

Gladyatörler ve Sardinya ile ilgili ufak bir araştırma yapayım dedim ama gel gör ki Sardinya’ydı, adaydı, Akdenizdi derken Semih Gümüş’ün yazdıklarına kapılıvermişim, gladyatörler hakkında meraklısına önerim National Geographic*4’in dosyası olacaktır ama bakın Semih Gümüş neler diyor Keşfedilmesi Olanaksız Akdeniz*5’de:

İnsanoğlu sonradan kabına sığamamışsa, kötülüklerin çoğalmasına da neden olmuştur. Başka denizler, öteki dünyaların talanı, uygar olanların acımasızlığıyla birleştirmiştir dünyaları. Oysa Akdeniz’de yalanları saklama olanağı yoktu. Bunun için karşıtlıkları çözme yolları en kolay Akdeniz’de bulunmuştur. Herkese yetecek deniz, kıyı, ada, insan, hayvan, tuz ve zeytin vardı. Akdeniz’in derinliğini bugün keşfedenler de aynı olanakları pekâlâ görüyor. Değilse, zeytin, incir ve nar ağaçlarının üçünden birden hem Tevrat ’ta, hem İncil ’de, hem de Kuran ’da söz edilmesinin nedeni ne olabilir? Fernand Braudel de, “Akdeniz’in tüm tarihi... akla yatkın tüm sentezlere meydan okuyan bir bilgiler bütünüdür,” diyor. Çünkü tarihin bulunan her yeni bilgisi yeni bilgilerin pırıltısı altında gölgelenecektir. Hakkında sayısız yapıt verilmiş oluşu da Akdeniz’i keşfetme yarışının sonucu olsa gerek..’









1*: Daha önce Erasmusla başka ülkere gidip gelmiş gönüllü İtalyan öğrenciler. Herkesin birer meleği var; benimki Alessandra.. Önceki yıl Macaristan’a gitmiş, Mimarlık okuyor,ders programı yoğun, dolayısıyla sık görüşemiyoruz ama yine de ne zaman ihtiyacım olsa yanımda.. Esmer teni ve iri dalgalı gür saçlarıyla İtalyandan çok İspanyol kızlarına (hoş buradaki İspanyolların çoğu sarışın ya..) benziyor, değişik bir havası, içten bir gülüşü var.. Macaristan’dayken Türk bir arkadaşı varmış, zaman zaman ondan bahsediyor…Biraz da onun etkisiyle olsa gerek Türk kültürüne meraklı, geçenlerde bana Barış Manço’nun ‘Nick the Chopper’ini dinletti; ‘Biliyor musun bu şarkıyı söyleyen Türkmüş’ diye.. Ona ‘Kara Sevda’’yla ‘Dönence’’yi önerdim.. Bu arada, ablam ve Zeynep’le tanışmayı iple çekiyor şu sıralar çünkü önümüzdeki ay ikisi de burada olacak inşallah…

2*: Erasmus, parti; parti, Erasmus demek.. Özel bir organizasyon gerektirmiyor aslında birkaç Erasmus öğrencisinin yan yana gelmesi yeterli (Bir Portekizli bulunsun tamamdır,bizde takımı onlar ateşliyorlar genelde,oldukça coşkulu arkadaşlar sağolsunlar..) Dolayısıyla Meleklere bu konuda çok iş düşmüyor, hep beraber eğleniliyor..

3*:Bu satırları yazdıktan hemen sonra aklıma birkaç yıl önce okuduğum Büyük Tarih Yalanları(Richard Shenkman, Aykırı yayınları) geldi. Bunlar arka kapaktandı yanılmıyorsam:

Tarihçilerin şu üç kategoriden birine girdiği söylenir: Yalan söyleyenler. Hata yapanlar. Hiç bilmeyenler. Anonim

Tarih hep yanlış yazılır, bu nedenle hep yeniden yazılması gerekir.

George Santayana