31 Ekim 2009 Cumartesi

Gecikmeli bir yol hikayesi: Almanya - Prag Notları


Adadayken yazılarımı biter bitmez yayınlamaz, bir süre bekletirdim; ‘demlensin biraz’ derdim.. Ortalama bir on gün bekleyebilirdi her yazı mesela ama sanırım artık abartmışım.. Demlensin diye değil geniş vakitler ayıramadığımdan; kabul etmeye bir süre yanaşmasam da artık Erasmus öğrencisi değilim ve hatta öğrenci de değilim.. (bu konulara da bir ara değinmeli ama bu yazı bitmeden olmaz..)
Sık sık güncelledim bu satırları, son dokunuşum mayıs ayında olmuş.. Artık daha fazla ekleme-çıkarmaya tabi tutarsam hiçbir zaman bitmeyeceğinden endişe ettim ve parmaklarımı klavyeden kaldırdım.


Ocak-Mayıs 2009


Erteledikçe gözümde büyüdü, notları toparlamak. Aslında çok içimden gelmedi belki yazmak, son günlerimi bilgisayar karşısında geçirmek istemediğim için olabilir.. Unutulmaz anları bir haftaya sığdırmakla birlikte yorucu bir yolculuktu, yazmak da kolay değil hani... Yine de madem düştük yollara ve sayfalarca not var elimde hevesle kaydettiğim, azmedip bitirdim sonunda..

Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyan pek çok kişi gibi Diğdem’in de en çok görmek istediği şehirlerden biriydi Prag ve yılbaşında Prag’da olmak kesinlikle güzel bir fikirdi. Öte yandan bir adada yaşamanın en büyük handikapı ulaşım seçeneklerinizin kısıtlı olması muhakkak, doğrudan Cagliari’ den Prag’a uçmamız o tarihte mümkün görünmüyordu. Öyleyse maceraperest gençlerin çözümü hazır: Gece treniyle adayı bir uçtan bir uca (Cagliari’ den Olbia’ya) geçip sabahın ilk ışıklarıyla Stuttgart’a uçuyor ve ekibe Tubingen’deki Erasmus öğrencisi arkadaşımız Murat’ı da katarak bir araba kiralıyoruz; Stuttgart, Köln, Berlin’den sonra nihayet Prag’dayız.


25-26 Aralık 2008 Stuttgart


Stuttgart’ta hava alanından Tübingen’ e geçmemiz gerek çünkü arabayı oradan kiralamaya karar verdik. Havaalanının önünden otobüsler kalkıyormuş, hani nerede? Yol sormak hayatımızın bir parçası ama ya İngilizce ya İtalyanca yapardık bunu.. Önümüzden yaşlı bir çift geçiyordu, onlara yaklaştık. Türk olduğu her halinden belli amca, ‘Hanım, bizi tanıyor mu bunlar?’ deyince Tübingen otobüsleri filan diye konuya girdik, amca da teyze de oralı olmadı, yürüdü gitti.. ‘Bir Alman bulup sorsak ya’ dedim, Alman hanımefendi hiçbir şey bilmediğini net bir şekilde ifade edip uzaklaştı. Derken kapıda bekleyen gurbetçi bir genç yardımımıza koştu. Toplamda gördüğümüz dört kişinin üçünün Türk olması beklenmedik bir şey değil zaten uçaktan inerken vatan toprağına ayak basacakmış gibi hissediyorduk; havaalanında duyduğumuz Türkçe anonsların da etkisi vardır muhakkak.Aklımızda beyaz peynir, Rize çayı vs. diye giden bir listeyle bindik otobüse..

Tübingen, Stuttgart yakınlarında bir üniversite şehri; ortasından geçen Neckar Nehri’yle o yalancı kış güneşinin altında kartpostal gibi görünüyor. Nehri uzun süre seyredeTümünü Yaslamedik, malum soğuk, yurda yerleştik. Murat bizi yurttan arkadaşı Arif’le tanıştırdı, Arif Almanya’da doğmuş büyümüş, hukuk okuyor. Bize güzergah konusunda bilgi verdi, ama en önemlisi seçtiğimiz tarihin yanlışlığından bahsetti: 25 Aralık ve sonrası... Bugün bayram, bunu biliyoruz, bir de bayramda gezmek güzel olur sanıyoruz ki en büyük yanılgımız bu olmuş.. Dini bayramlar evde aileyle kutlanırmış sadece, her yer kapalı.. Bunca zaman İtalyanlar’a kızdık çalışmıyorlar diye, Almanlar çalışkandır sanıyorduk, bayram diye her yeri kapatmak da neyin nesi? McDonald’s’ dan başka açık restaurant yok! Ülkemin kıymetini anladığım anlardan biridir bu da..
Ertesi gün araba kiralamaya gidiyoruz; arabayla birlikte yolculuğun olmazsa olmazını da kiralıyoruz tabi: Navigatör… Navigatörü Türkçe menüye döndürüyoruz.. İlgimi çeken nokta gideceğimiz yolu tarif eden, günlerce bize ‘sağa dön, asfalt olmayan yoldan sola dön..’vs. diyecek olan ses, bir kadın sesi.. Genelde kadınların yön belirleme konusunda çok başarılı olmamasını, erkeklerin de yol sormama inadını düşünürsek direksiyondaki Murat’a yolu emir verircesine tarif eden kadın sesini ironik buluyorum.

Tübingen ve Stuttgartt’da mimari, coğrafyanın etkisini net bir şekilde hissettiriyor: Soğuk şehrin sert, keskin hatlı, soğuk mimarisi.. İnsanları deseniz aynı.. Ama bu soğukta gülümsemek de kolay değil hani, yüzüm donuyor.
Stuttgart’tan aklımızda kalan en önemli olay neydi? Park cezası!.. Bayram günü, kim kontrol edecek dedik, bıraktık arabamızı, çalışkan insanlar ne diyeyim, yazmışlar cezamızı gitmişler...


27 Aralık 2008, Köln


Önce tarih atarım, sonra neredeysek onu not düşerim ama Almanya’da bir de hava sıcaklığını ekliyorum: -1°C ama kar yok. Hayattan alacağım zevkin hava sıcaklığıyla ilişkisinin yüzdesini merak ediyorum; doğru orantı var, buna eminim ama ne kadar? Bunun cevabını Prag’a varınca öğreneceğim sanırım.
...

Yanımda Diğdem oturuyor, elinde telefonu Gabor’la iletişim kurmaya çalışıyor; bakalım tatil dolayısıyla evine dönen Gabor bize Berlin’i gezdirecek mi? Yanımda bir Diğdem Berlin için yakinimiz bir rehber ayarlayadursun, ön koltuktaki Didem (Martina’nın deyimiyle Didaa ‘the second’) elinde harita artık gönül bağı kurup Dürdane ismini verdiğimiz navigatörümüzle anlaşmaya çalışıyor zira Dürdane her zaman çok net konuşmuyor; ‘sağdan çık, sağa gir!’ diyor, aniden tekrar hesaplıyor.. Bazen her ne kadar emrinden çıkmamacasına her söylediği yola girsek de takip etmemiz gereken pembe çizgiyi kaybettiğimiz oluyor ama şunu söylemek gerek; Didem oturduğu koltuğun hakkını sonuna kadar veriyor: Asla uyumuyor, radyonun çekmediği yerlerde mp3 çalarını devreye sokuyor, o da yetmedi kendisi şarkı söylüyor ama en önemlisi haritayı elinden bırakmıyor. Ben de Sihirli Kentin Firarisi'ni*1 okuyorum, Prag için notlar alıyorum.

Kısacası iş bölümümüz takdire şayandır; sürücü koltuğunda Murat, hemen yanında en büyük destekçisi Didaa the Second, yolluk temini ve rehberlik hizmetleri için gerideki ikili Işıl ve Diğdem.
Köln’e dönelim; ortaçağda gelişen şehir 12. yüzyıldan itibaren Hristiyan aleminde Kudüs, İstanbul ve Roma’dan sonra Kutsal Şehir ilan edilmiş. Kutsal şehrin en önemli yapısı UNESCO Dünya Miras Alanları listesindeki gotik Köln Katedrali. Yapımı 632 sene süren katedral Kuzey Avrupa’nın en büyük ibadethanesi. Çok sayıda gökdelene rastlanmaması da şehrin her yanından katedralin görülebilmesi için. Çok sayıda müze var, çikolata müzesine gidiyoruz mesela, herhalde Köln’de kendimi en iyi hissettiğim yerdir burası. Girişte satış yapılan kısımda çikolatalar arasında kayboluyoruz, belki çikolata kokusu bize biraz eneri veriyor bu donuk şehirde.. İtalya’yı özlüyorum, İtalyanları da ama en önemlisi Aslı’nın yokluğu var..

28.12.2008 Köln-Berlin, -3°C

Yol bitmiyor, saatler geçti Berlin’e varamıyoruz. Gabor bizimle yarın buluşabilecekmiş, önemli değil. Berlin’de ilk gün kayıp zaten çünkü Pazar.. Türk radyoları dinliyoruz yolda, yılbaşında Türk popunun yıldızı Gökhan Tepe gelecekmiş Berlin’e, israrla onu duyuruyorlar, Türkçe müzik ilk anda hoşumuza gidiyorsa da şarkıların ortak özelliği artık bizi rahatsız etmeyebaşlıyor: Hepsi gurbet şarkısı.. Bir yerden sonra samimi gelmiyor bu durum, sıkılıyoruz..

Prag’a kadar yollarda oyalanabilmek için idareli biçimde okuduğum Sihirli Kentin Firarisi’ne dönüyorum; her şeyi geride bırakıp Prag’a yerleşen yazar Müjdat Sönmez yeni yaşamına alışmaya çalışıyor, bir yandan İngilizce öğretmenliği bir yandan da tur rehberliği yaparken yakınlarına mektuplar yazıyor. Aslında iyi bir Prag rehberi, ama beni o sırada etkileyen şey bu değil. Yabancı bir şehirde var olma mücadelesi veriyor, yeni arkadaşlıklar kuruyor, zorlanıyor, eğleniyor; yavaş yavaş oturuyor her şey. Başta ilk günlerimi hatırlıyorum, nasıl da heyecanlıydı.. İtiraf etmek gerekirse aynı heyecanla devam etmedi bir süre sonra, rutine girdi çünkü. Halbuki sürekli yeni bir şeyler sunmasını beklememeliydim küçük sevimli Cagliarimin. Belki de dedikleri gibi mutluluğun sırrı beklentileri düşük tutmakta, bunu ara sıra hatırlamalı. Herneyse, şehri detaylı bir şekilde anlatıyor yazar günlüklerinde, Prag’a gittiğimizde görmemiz gereken yerleri kendimce önem sırasına göre listeliyorum; illa ki görülecekler, zaman olursa bakılacaklar… En çok Hanuş Usta’nın ellerinden çıkan astronomik saati merak ediyor, Terezin’deki toplama kampını görebilmeyi umuyorum.. Gözümde canlanıyor Prag şimdiden; yaşını almış, asil, zarif bir kadın bekliyorum..

Genel olarak burada karşılaştığım Almanlardan hoşlanmadım; tekrarlara doymuyorum, buz gibi insanlar.. Özellikle gençler ya asık suratlı ya da ürkütücü taşkın tavırlardalar. Gaborsa hiç öyle biri değil, ortalama bir Alman’a göre oldukça sıcakkanlı diyebilirim. Hatta bu hareketiyle misafirperver kategorisini zorluyor. Ingo da öyle, ‘Nümberg’ten geçecekseniz mutlaka bana uğrayın’ demişti, bayram öncesi. Nina*2 da dünya tatlısı bir kız, demek ki beş parmağın beşi bir değil..Yarın buluşmak üzere sözleştik Gaborla ve hostelimize geçtik.

29 Aralık 2009 Berlin - 4°C


Bu sabah hostelimizi değiştirdik, sadece bir günlüğüne rezervasyon yaptırmıştık öncekinde, beğenirsek kalacaktık bugün de ama tüm odalar dolmuş. Önceki bildik bir gençlik hosteli havasındaydı; renkli bir giriş, güler yüzlü bir resepsiyon görevlisi, internet bağlantısı olan birkaç bilgisayar ve odalarda teferruatsız ranza-gardrop ikilisi.. Yeni hostelimizdeyse, resepsiyon görevlisinin hemen arkasındaki duvarda dev bir itfaiyeci giysisi asılı, parıl parıl parlıyor turuncu kostüm. Bir satranç masası var küçük holde; Murat’ın israrıyla şampiyonlar şampiyonu Didem, İspanyol bir kızın karşısına geçiyor çıkarken. Şaka değil, Didem bu konuda gerçekten başarılı, ödülleri varmış. Didem ayaküstü kızı yenip masadan kalkınca Gabor’u almaya gidiyoruz... Diğdem arabadan inip Gabor’ un yanına gidiyor, onu alıp getirecek, Murat da radyoyu kurcalıyor. Bir ses ki o da ne: Bayhan!!! Biz adı neydi, hani elini nasıl tutuyordu şarkı söylerken filan diye hafızamızı zorlarken Gabor biniyor arabaya haliyle Türkmüziğinin son temsilcisi olarak Bayhan kazınıyor kafasına...
Görkemli cam kubbesiyle ünlü Parlemento Binası’na (Reichstag) girmek istiyoruz fakat kapıda öyle bir kuyruk var ki onu beklesek gün bitecek, hiçbir yeri göremeden döneceğiz.. Vaktimiz dar, sıkıştırılmış Berlin turu istiyoruz: Berlin duvarı, Yahudi soykırımı anıtı, Brandenburg Kapısı..



İlk durağımız Potsdamer Platz. Yıkılan duvarın bir kısmının anıtsal olarak bırakıldığı yerlerden birisi bumeydan ve aynı zamanda birleşik Berlin’in merkezi. Duvar kalıntılarının yanındaki panolarda açıklamalar yer alıyor.




Bu arada duvarın parçaları sergilenmek üzere başka ülkelere*3 de gönderilmiş, Berlin’de satılan bir numaralı hediyelik eşya da duvara ait olduğu iddia edilen küçücük parçalar: şiltler halinde, anahtarlık ya da buzdolabı süsü olarak..

Berlin'in bir diğer simgesi de bayrağındaki ayı, her yerde bir ayı figürü var.. Ama benim en çok hoşuma giden şey sanırım ampelman (Ampelmaenner) dedikleri ilginç yaya trafik ışıkları oldu; Doğu Berlin döneminden kalma bu ışıklardan vazgeçilmemiş ve hediye toplayıcısı ruhuyla yaşayan kimi turistlerden yeni bir kazanç kapısı sağlanmış.. Ukalalığıma doymayayım, ampelmanlara dair hiçbir şey almadım fakat Berlin dendiğinde o ışıklar yanıp sönüyor zihnimde.

Soykırım müzesi maalesef kapalı. Biz de anıta doğru yol alıyoruz. Anıt*4, gri beton bloklardan oluşan bir labirent adeta.. Nerde olduğunu; ne zaman, nereden, ne geleceğini bilememeyi tarifliyor Gabor’un anlattığına göre. Bu arada Almanlar olanlardan öylesine derin bir utanç duyuyorlar ki yüksek sesle ne ‘Hitler’ ne ‘Nazi’ demek mümkün. Belki bu yüzden Gabor da pek detaya girmiyor rehberliği sırasında, biz de üstelemiyoruz. Etrafıma bakıyorum, hani burada amaç insanlar bu utancı unutmasınlar, ürpersinler ya beni ürperten başka şeyler var: Sırtını soğuk gri bloklardan birine dayamış bir sarışın, havalı bir poz veriyor objektife bakarken.. Bir çift, bir koridordan diğerine koşturuyor, saklambaç oynayıp eğleniyorlar. Bir yanda derin utanç, bir yanda böylesine umursamaz turistler.. Hava kararıyor, Potsdamer Platz’ a dönüp Sony Center’de vakit geçiriyoruz Gaborla.Sonra Gabor ayrılıyor yanımızdan..

Rehberimiz olmadan devam ediyoruz, alışveriş cenneti Kurfürstendamm Bulvarı’nda geziyoruz. Brandenburg Kapısı, savaşta bombardımandan hasar görmüş ve savaşın hep hatırlanması amacıyla yıkılmış haliyle korunup sergilenen Kaiser Wilhelm Kilisesi (Kırık kilise) gördüklerimiz arasında.. Bir de Scientology Kilisesi ilgimi çekti, bu kadar ortada olduğunu bilmiyordum doğrusu...



Sıcak hostelimize dönüyoruz; resepsiyonun duvarındaki dev itfaiyeci kostümünden gözümüzü alamayarak odamıza çıkıyoruz. Bir hostel için oldukça donanımlı olan odamızda bir adet dvd oynatıcı bulunmakta ve bir de film bırakılmış: Halloween!.. Şimdi klişemizin parçalarını birleştirelim: Birlikte tatile çıkan gençler otel odalarında bir video kaset bulur, pür neşe şakalaşıp dururken lanetli kaseti videoya yerleştirirler. Sonra pencerede dev itfaiyeci belirir. (ardı ardına çığlıklar).. İtfaiyeci kostümü hayal gücümüzü epeyce meşgul ettiyse de ben gayet güzel uyudum, farkına varamamışım kızların banyoya girme konusundaki tedirginliklerini.. Sabah sağ salim uyandık, itfaiyeciyi selamlayıp hostelden ayrıldık ve yine düştük yollara.
30 Aralık 2008, Prag -4°C

Prag’ a 100 km’deyiz henüz.. İnce bir kar tabakası örtmüş yeşillikleri..


...


Almancayı %1 oranında anlıyordum, Çekçe için o kadar bile umut yok; sessiz harfler kol kola girmiş karşıladılar bizi... Sihirli Kentin Firarisini yakınlarda bitirip notlarımı temize çektim, dersime çalıştım uygulamaya geçmeyi bekliyor ve kitabı benim için Bursa’dan getiren Aslıcığıma teşekkürü borç biliyorum.


.…


Berlin- Prag yolunda olmamız bana Severmişim Meğer’*5 i anımsatıyor:''Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım/ akşam oluyor /dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer'' diye başlayan.. Sonrası bölük pörçük.. Bulup okumak istiyorum bir an önce..


...



Didem’in elinde Almanya haritası var sadece, bir Prag haritamız yok. Tedbiri elden bırakmıyor bir benzinciden harita almak için iniyoruz arabadan ve hayatımızda gördüğümüz en kaba sarışınla karşılaşıyoruz ya da bu daha başlangıç. Bu arada Euro değil Çek Kronu kullanılıyor Çek Cumhuriyeti’nde.. Hostele yerleşildikten sonra ilk hedef bir Western Union bulup Euroları Çek Kronuna çevirmek.. (Bu arada an itibariyle 1 Euro’nun karşılığı 26 Çek Kronu..)

İtfaiyecili hostelden sonra buradaki resepsiyon görevlisi de bir tuhaf geliyor bize, İngilizce bilmiyor kendisi, koyveriyor Çekçesini.. Şimdi düşünüyorum da ne tarifsiz bir tarzancadır onunla aramızdaki... Odamızı gösterdikten sonra hostelin kurallarının yazılı olduğu bir kağıt uzatıyor; mesela odada ayakkabıyla gezmek yasak.. Çekler bir tuhaf geliyor bize, Cagliari’de dört Çekle tanıştım, ikisi fazlasıyla çılgın tipler.*6. Diğer ikisi tam tersi içe dönük, ortak paydalarıysa soğuk olmaları.. Marek, Çeklerin stresle baş etme yönteminin mantar toplamak olduğunu söylemişti, dalga geçiyor sanıp gülmüştük sınıfça ama kitap da bunu doğruluyor; geleneksel hobileriymiş.. Çizgi film şirinliğinde bir hobileri varsa da kesinlikle sempatik değiller. Dev cüsseli resepsiyonist de sinirli mi neşeli mi anlayamadığımız bir tonda hızlı hızlı bir şeyler anlatırken bomboş bakışları ve anlamsız gülümsemesiyle hayal gücümüzü kamçılıyor akşam akşam. Fareler ve İnsanlar’ın Lennie’sini çağrıştırıyor bana ama fantastik öğelerle süslü bir korku filminin Elma Yanak adlı tekinsiz karakteri bizim için. Elma Yanak’ı kendi haline bırakıp dışarı çıkıyoruz.
Toplu taşıma yer altında metro, üstündeyse tramvayla sağlanıyor. Artık sokak sokak otopark aramaktan bunaldığımız için arabayı hostelin bahçesine park edip metroyu kullanıyoruz, hedefimiz Eski Şehir Meydanı (Stare Mesto Namesti). Meydana doğru yürüyoruz; parke taşlı sokaklardan geçerken, Arnavut kaldırımlarını aydınlatan aplik şeklindeki sokak fenerlerine gözüm takılıyor.

Western Union, Euro’yu Kron’a çeviriyor ve diğer tüm dükkanların aksine orada pazarlık serbest. Biz hiç eksik kalır mıyız, şansımızı deniyoruz, fena da olmuyor sonuç. Kronlar cebimizde meydana yaklaşıyoruz.. Bayram için süslenmiş Stare Mesto,
Almanya’da da gördüğümüz küçük bayram kulübeleri buraya konuşlanmış; orada çikolata ve krepçiler ağırlıktayken Prag’da bunların yerini Çek menüsü almış ki daha sonra buna değineceğim. Bu akşam tarihi turistik gezi yok diyoruz, sanki artık yorulduk, buzdolabı süsü görmekten bıkkınlık geldi bana, hatta fotoğraf çekmek bile yordu, sıyrılalım bu Japon turist hallerinden ve yelkovanın on ikinin üzerine geldiği anı kollayalım sadece.. Sonrasında yeriz bir şeyler ve eğleniriz, Almanya’nın yorgunluğu çıksın gitsin, varmamız gereken yerdeyiz sonunda..

Yelkovan on ikiye değdiğinde ne mi oluyor? Astronomik saatin önünde toplanılıyor. Her saat başı, iki kapak açılınca küçük pencereler çıkıyor ortaya ve 12 havariyi temsil eden kuklalar sırayla görünüyorlar. Altın yaldızlı horozun ötüşü bitiriyor gösteriyi. Bir saat sonra yeniden.. Güneş, dünya ve ayın konumlarını gösteren saatin her iki yanındaki kuklaları da unutmamak gerek; söylendiğine göre bu dört kukla, dört zaafı simgeliyormuş: Elinde aynası olan adam kibri, Yahudi olduğu söylenen ve altın kesesi taşıyan cimriliği, hırsı; iskelet yaşama karşı isteksizliği.. Peki ya dördüncü? Elinde mandoline benzer bir çalgı olan sarıklı adamın Türk olduğu söyleniyor. Neyi temsil ediyor derseniz, eğlenceye düşkünlüğü.. Zaafların hemen altında insanların yönelmesi gereken kavramları da şeklediyor saat; bilim, adalet, astronomi ve eğitim.

Bu benzersiz saati (aslında dünyada başka astronomik saatler de var ama hiçbiri böylesine detaylı değil) yapan Hanuş Usta’nın hikayesine gelince, saat kadar ilgi çekici: İnsanlar sadece saati görmek için Prag’agelmeye başlar, Hanuş Usta’nın ünü yayıldıkça başka ülkelerden de yeni saatler için teklifler gelir fakat Usta bu teklifleri kabul etmemekte kararlıdır. Bu özel saat sadece Prag’da olacaktır, buna rağmen kral tedbiri elden bırakmaz ve ustanın gözlerini dağlatır. Hanuş Usta*7 da intikam almak için kendisini saat mekanizmasına bırakarak intihar eder. Amacı saati bozmaktır, bozar da; yaklaşık elli yıl sonra tamir edilebilir saat.

Alkışlar eşliğinde havariler içeri girdiğinde dağılıyor saatin önündeki kalabalık. Biz de bir İrlanda barına geçiyoruz. Son çeyreği unutulmaz bir yılı uğurlarken keyifle, Diğdemle sohbetimiz koyulaşıyor. Bir ara, on beş yaşımdan beri en sevdiğim şarkı Time of your life’ ı çalıyor nereli olduğunu bilemediğim müzisyen.. O zamandan bu zamana çok değiştiyse de bu şarkı aynı kaldı benim için diye düşünüyorum; sanki insanlar, olaylar Hanuş’un saatindeki kuklalar misali geçip gidiyorlar da şarkılar kalıyor: It’s something unpredictable but in the it’s right, I hope you had the time of your life…

31 Aralık, Prag -4°C


Büyük gün için uykumuzu aldık, son bir plan yaptık: Genel bir Prag turunun ardından, güneş gözden kaybolmaya yakın, hostele geri dönüp dinleniyoruz ve akşam saatlerinde 2008’i uğurlamak için Stare Mesto’daki kutlamalara katılıyoruz. Bu program dahilinde Terezin’deki toplama kampı hayalimiz suya düştü zira Elma Yanak bize Terezin’in haritadaki yerini gösterdi: Pek yakın sayılmaz; canımız sağ olsun, belki başka bir zaman..


...

Prag şehri ismini, “Ağaç yetişen yer” demek olan Praziti’den alıyor, güzelliğiniyse hüznünden.. Nazilerin bombalamaya kıyamadığı şehir diyorlar; 1938’deki Münih anlaşmasıyla Prag bombalanmadan düşüyor..



Prag Kalesi’nden (Hradcany) başlıyoruz, Kale Meydanı tepeden tüm şehri gören bir konumda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı burada, şehrin her yerinden görülen ihtişamlı kuleleriyle St. Vitus Katedrali, müzeler, galeriler.. İşaretleri izlediğimizde Golden Lane’e varıyoruz: ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok’ diyen Kafka’nın yaşadığı sokak, bir de simyacıların.. Önceleri kalenin korumalarının yaşadığı dar sokak, sonraları kuyumcuların merkezi olmuş; konum itibariyle krala yakın olduğundan olsa gerek asıl meselenin simya olduğu konuşulur olmuş; söylenen o ki altın ve yaşam iksiri yapsınlar diye yerleştirilen simyacılar yaşamış bu sokakta Kafka’da üç asır önce..
Şimdiyse hediyelik eşya dükkanı olmuş buradaki pastel renkli evler...



Tekrar Eski Şehir Meydanındayız; kuleleriyle ünlü Tin Kilisesi, meydanın ortasında engizisyon karşıtı olduğu için yakılan rahip Jan Hus’un heykeli gündüz gözüyle görülüp tek tek fotoğraflanıyor. Şehrin kalbinden akan Vlatava nehri ise bir şiir, onun fotoğrafı doğrudan kartpostal yerine geçiyor ve bu fotoğrafın çekildiği nokta da muhakkak ki Karlov Köprüsü (Karlov Most/Charles Bridge..).


Vlatava Nehri’nin üzerindeki ana köprü Karlov Köprüsü’nde beklediğimiz üzere insan akını var, ressamlar ve diğer sokak sanatçıları dikkat çekiyor. İki Japon kızın tuhaf dansı günün en çok ilgi çeken performansı ama köprünün en önemli süsü sağlı sollu devam eden heykeller.



Aziz John Nepomuk heykelinin bronz rölyefine dokunulmasının uğur getirdiğine inanıldığı için rölyef artık parlıyor... Bir başka ilginç heykel de bizi ilgilendiren bir çalışma, Avrupa’nın zihnindeki Türk’ün üç boyutlu hali: İçinde acı dolu gözlerle bakan insanların (Osmanlı’nın esir aldığı Hristiyanlar’ı temsil ediyorlarmış.) olduğu bir zindanın önünde elinde kılıcı, pala bıyıklı, sarıklı, göbekli bir yeniçeri nöbet tutuyor. Savaşta öldürmek, esir almak sanki Türk icadı; sanatla nefretin daim kılınmasına bozulmuşken ekşisözlükteki bir yoruma katılmadan edemiyorum: ‘Bu heykele bakınca bizden ödleri patlamış bir zamanlar deyip hayretler mi etsem, Avrupa insanının Türkleri 2005 yılında da bundan çok farklı düşünemediklerini hatırlayıp üzülsem mi bilemiyorum.’

Biz de Çekler hakkında şahane şeyler düşünmüyoruz açıkçası, Almanlara ‘soğuk’ dedik; karşılaştığımız Çeklere de öyle ama bu yetmezmiş gibi kabalar da.. Yol sorduğumuz büfedeki adam bağırarak cevap veriyor sonra pineklemeye devam ediyor, satıcılar son derece aksi genel olarak.. ‘Müşteri velimettir’ ilkesiyle pek ilgileri yok. Yine de zevkle geziyoruz kuklacı dükkanlarını kutlama öncesi hostele dönmeden önce..

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, dilencilerin özgün bir tarzları var: Yere kapanıyorlar. O soğukta kaldırımlarda alınları yere değer pozisyonda bekliyorlar. Küçük bir tası önlerine bırakıp yanlarında köpekleri, çizgi roman okuyan Sardinya dilencilerinden sonra çok farklı geliyor tabi. Hiç aklımdan gitmez Piazza Yenne’deki dilencinin olağanüstü havalı kız arkadaşı, para kasesinin yanında birlikte beklerlerdi bazen.. İki ayrı dünyanın insanları işte, aynı işi yapsalar da...

İtalyanlar hiç aklımızdan çıkmıyor çünkü her yerdeler.. Gürültünün, kahkahanın geldiği yöne kafamızı çeviriyoruz Stare Mesto’da, tabi ki oradalar.. Hatta Sardinya bayraklı bir grup da gördük. Meydanda çeşitli milletlerden insan var ve açıkça görülüyor ki en çok eğlenenler İtalyanlar ve sonra da İspanyollar...

Kutlama için küçük bir sahne kurulmuş, üç rahibe kıyafetli kadın şarkı söyleyip dans ediyor, ardından Madonna taklidiyle biri geliyor sahneye.. Muhtemelen meşhur insanlar bunlar, gecenin ilerleyen saatlerinde eğlenceyi başka bir şarkıcıya devrediyorlar. Önümüzde İngiltere’de yaşayan genç bir Afgan var. Bavullarının yanlışlıkla İstanbul’a gitmekten son anda kurtulduğunu anlatıyor bana ‘Türküm’ dediğimde ve Müslüman olduğumu öğrenince de ayrıca mutlu oluyor.. Bir saat kala yani Türkiye artık yeni yıla girmişken ailemle konuşuyorum, bana göre tam on ikide beni arayacaklar. Günün en şaşırtan yeni yıl mesajı da geliyor aynı dakikalarda: Ekim ayından beri görmediğim, tanıdığım en nazik Çek, Hynek.. Gülüyorum, bil bakalım nerdeyim şimdi, diyorum ona: İkimiz de Prag’dayız! Yeni yıl beklenmedik hoşluklarla dolu olsun...

....


İki seçeneğimiz var yeni yıla girmek için; Karlov Köprüsü’ne koşmak (çünkü meydandan Karlov muhtemelen yarım saat sürecek o insan selinde) ya da meydandaki konsere katılmak... Yani havai fişekleri Vlatava’nın üzerinde mi alırsınız; Hanuş’un saatinde havarilerin geçit yaptığı an sivri kulelerin üzerinde, şarkılar eşliğinde mi? İlk seçenekte yolda kalma olasılığımız yüksek; olduğumuz yerde kalıyoruz..

Yeni yıla saniyeler kala geri sayım başlıyor coşkuyla; karanlık kulelerin çevrelediği meydanda alev kırmızısı giyinmiş yeni yıl kulubelerinin ışıklarını gölgede bırakıyor ardı ardına atılan havai fişekler.. Sivri kulelerin de tepesine çıkıyor ışıltılar, herkes birbirine sarılmışken patlayan her fişekte yeni bir dilek dileniyor... Bense telefonuma bakıyorum; çalmıyor.. Çalamıyor çünkü. Ailemle konuşabilmem ancak bir saat sonra mümkün oluyor.. Ev arkadaşım, yol arkadaşım Diğdem’le birbirimize sarılıyoruz biz de..

Hava sıcaklığı ile yaşamın tadı ilişkisi aklıma takılıyor yine; içimizi ısıtan şeyler uzaktayken zaten çok da fazla tadına varamıyoruz sahip olduklarımızın, diye düşündükten bir süre sonra kar zerrecikleri usulca dokunuyor yanaklarımıza; ‘yılbaşında kar yağsa keşke’ dediğimizi işitmiş gibi... Bakıyorum da belki de ilk dileğimiz gerçekleşti bile, her zaman her şeyin dört dörtlük olması zor ama küçük hoşlukları fark ettiğimizde bir kar tanesi de içimizi ısıtır belki..
Hepimize mutlu yıllar!


1 Ocak 2009, Prag

Yeni yılın ilk sabahı, yorgun meydan tertemiz bir havaya uyanmış.. Sahnede bir soprano var ve pek de ilgi çekmiyor doğrusu. Bütün ilgi yılbaşı kulübelerinden gelen nefis kokularda desem yalan olmaz.
Tatmak isteyip de ertelediğim bir şey vardı; yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat derlerse de bu trdlo denen oldukça basit ve lezzetli tatlının bir bileni var mı diye araştırdım internette. ‘Trdlo nasıl yapılır?’ videosu görünce heyecanlandım birden ama gördüm ki hiçbir formülü vermiyor maalesef. Geleneksel Çek tatlısı trdlo için hamuru metal bir ruloya sarıp ateşte pişiriyorlar gözünüzün önünde; sonra da şekere, vanilyaya filan buluyorlar sıcakken.. Halkalar halinde elinize tutuştuyorlar bir peçeteyle.. Elimizde trdlo son kez dolaştık Stare Mesto’yu, bir de Vaclavske Bulvarı’nı.

Eski şehrin derin ve karanlık yüzüne, mağrur güzelliğine inat Vaclavske Bulvarı son derece parıltılı. Praglıların Sovyet tanklarına karşı koyduğu bulvarda komünizm müzesi, sayısız mağaza, oteller ve Mcdonald’s var ve kendisini yakan üniversite öğrencisi Jan Palach’ın anıtı da müze de McDonald’s ve mağazalar kadar ilgi görmüyor.

Yeni evli bir çift geziniyor sokaklarda, pek çok turist sayısız fotoğraf karesine bir de onları ekliyor. Fonda Prag; zarif gelinliğinin üzerinde kürkü, elinde turuncu çiçekleriyle çekik gözlü gelin hanım ve yakasında yine turuncu çiçekleriyle damat bey objektiflere gülümsüyorlar. Masal şehir albümümüzü, bir mutlu son fotoğrafıyla noktalıyoruz.

Öğle saatlerinde Hynek’ten bir mesaj daha alıyorum; saat beşte Karlov Köprüsünde yeni yıl için yine havai fişek gösterisi olacak oysa biz çoktan Elma Yanak’la vedalaşıp dönüş yoluna çıktık bile.. Radyo açık, eğlenceli bir parça çalıyor ve Didaa the Second çıkarıyor kuklasını sahneye..

Hayatımızın belki en renkli, bir o kadar da riskli* ve yorucu, birazı puslu birazı ışıltılı gezisini noktalarken son birkaç aydır geçtiğim yollara bakıyorum. Kendime ait bir ‘Sever mişim meğer’ şiirini birleştirmeye çalışıyorum ama tamamlamıyorum, ne de olsa yol devam ediyor.. Ada’ya geri dönmek var, unutamayacağım huzurlu sokaklarda dolaşmak, trenden indiğimde sanki ada da bizi özlemiş diye düşündüren harika havayı solumak, dönüş için geri sayımı başlatmak.. ve İstanbul’a varmak var, artık yepyeni bir yola çıkmak için...








*1: Sihirli Kentin Firarisi, Müjdat Sönmez. Epsilon Yayınevi

*2: Dönmeden son gece yakın arkadaşlarımla bir önceki gece bir barda toplandık. Özel günlerde Nuh’un gemisini toplar gibi birbirini tanımayan insanları bir araya getirmeyi anlamsız bulurum, o nedenle çekirdek on kişiyle çıktık son gece. Nina eylülde İtalyanca kursuna birlikte başladığım bir arkadaşım, fakat bayramdan sonra hiç görüşmedik, ne zamandır birbirimizi arayıp sormadığımız için geceye çağırma konusunda tereddüt ettim, sonra da kargaşadan unutuvermişim.. Sonra ‘keşke’ dedim, bir görüşseydik.. Toplandığımız gece Esmée gecikince merak edip aradım, telefonum çekmedi sokağa çıktım bir de baktım üç aydır görmediğim Nina oradan geçiyor. Ne güzel bir sürprizdi ikimiz için de bu son dakika tesedüfü... Yılın böyle devam etmesini umuyorum.


*3: Las Vegas'ta Main Street Station otelinin erkekler tuvaletinde, Brüksel'de Avrupa Parlamentosu binasının önünde, Montréal'de Dünya Ticaret Merkezi'nde, New York'ta 53. caddede, Vatikan bahçesinde, Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi binasının önünde duvarın parçaları sergileniyormuş.
*4:http://www.yapi.com.tr/Haberler/eisenmanin-yahudi-soykirimi-aniti-10-mayisda-berlinde-acildi-_26779.html
http://www.mimdap.org/w/?p=1371
*5: Severmişim Meğer’i de sözlükte bulabilirmişiz hem de İngilizce’ye çevrilmiş haliyle bile:
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=severmi%C5%9Fim+me%C4%9Fer

*6: Tom ve Marek’in Cagliari öncesi Siena’daki İtalyanca kursunda hazırladıkları videoyu sınıfta hep birlikte izledik, youtube’a 'corsa a siena' yazdığınızda bu delilerin videosuna siz de ulaşabilirsiniz.
Daha önce bahsi geçen, günlüğümü okumak isteyip de okuyamayan arkadaş Tom’du, onun benim blogumda yaşadığı zorluğu anlamak isterseniz :
http://vakys.blog.cz/

*7: Eve dönene kadar ben de saatin 15.yy sonlarında Hanuş’un ellerinden çıktığını sanıyordum fakat ilk parçaları 1410 yılında Mikuláš of Kadaň and Jan Šindel, tarafından yapılmış.
http://en.wikipedia.org/wiki/Prague_Astronomical_Clock#History


*:Delifişekte; Coğrafya serserilere özgü bir derstir, derdi Vasconselos. Coğrafyayı karışlamaksa mevzu bahis evet serserilere özgüymüş; dönüş yolunda dürdanenin emrinden nasıl olduysa çıktığımızda eğer bir şekilde pembe çizgiyi tekrar yakalayamasaydık kimsenin geçmediği o otobanda donabilirdik. Köln’deki tren istasyonunda içeri bağıra çağıra girip Didem’in yanına oturan adam bir anda kendisini yere fırlattığında, cebinden sıyrılan metal çubuğun parlamasıyla korkudan yaprak gibi titrerken serseriliğin dibine vurmuş olduğumuzu düşündüm, pozisyonumu bozmamak için hala kitap okuyordum o kaçık tek kelimesini anlamadığım şarkısını söylerken ama dikkat çekmemek için sayfayı kolay kolay çeviremiyordum da, bulunduğum karede nazenin ifademle amatör bir fotomontaj gibi mi duruyordum acaba yoksa resmin herhangi bir parçası mı olmuştum artık? Ama yine de o anı bile gülümseyerek hatırlıyorum; evet Bastione’yi çok özlüyorum, kahve ve dondurma kokan Piazza Yenne’yi, Via Dante’yi, gece dönüşlerimizde Tandem’den aldığımız harika pizzanın tadını.. Ama aslına bakarsanız şu an daha önce geçmediğim bir sokağı özlüyorum en çok. Kaybolmayı, konuşabildiğim hiçbir dili bilmeyen insanlarla anlaşmaya çalışmayı (Çağrı’ya, Çinlilerden üç delikli priz için dönüştürücü almamız gerekmişti ilk günlerde; derdimi resim çizerek anlatmıştım hiç unutmam..), sonra hiç umulmadık bir anda bir Türkle karşılaşıp şaşırmayı ya da bir yabancının hikayesini dinlemeyi..(Barselona’da tanıştığımız herkesin bambaşka hikayeleri vardı şüphesiz; Bastione’de ney çalan bir Sardo Konya’ya gitmeyi düşlüyordu; hele bir de Amerika’da tanıştığı Sardinyalı kızla evlenen Türk gencinin evliliğini kurtarmak için yaptıkları(mız) vardı ki özel hayata saygım nedeniyle bu film tadındaki macerayı paylaşmıyorum..) Fark ettiğim şu ki tüm şehirlerde bizde en çok yer eden gördüklerimizden çok, dinlediğimiz hikayeler ama en çok da başımıza gelen tuhaf şeyler... Tabi ki bunları yaşamak için biraz risk almak gerekiyor, bir tura katılıp rehberi dinleyerek gezmek tabi ki daha güvenlidir ama böylesi çok daha keyifli..
Aslına bakarsanız risk her zaman vardır, ama kahkaha keyifli anlarda geliyor ve o anları delifişekler azıcık yoldan çıkarak kolayca bulabilir. Bu bağlamda biz de hafif deli, biraz serseriymişiz Almanya yolculuğunda lakin coğrafya kesinlikle serserilere özgü bir derstir efenim ve aslında çok keyiflidir.